Tabii ki yasal düzenlemenin amacı, kaldırılmak istenen düzenlemedeki itiraf edilen amaç, yeni düzenlemedeki itiraf edilmeyen ancak karinelerin aşikâr kıldığı amaç, bunların hepsi üzerinde durmak mümkün. Ancak biz bu kritiğimizde iyi niyetle yapılan bir düzenleme varsayımı üzerinden, yargı paketinde yer alan; makul şüphe, arama ve el koyma ile ilgili düzenlemeler, savunma hakkı, sulh ceza hâkiminin konumu ve yetkisi konularında özetle değerlendirme ve tekliflerimizi yapalım.

“Makul şüphe” ceza yargılamasında bazı işlemleri yapmak için aranan bir şüphe derecesidir. Genelde cumhuriyet savcısı, suç faili ve delillerin araştırılması ve toplanması sürecinde birçok işlem yapar. Bu işlemlerin bazıları şüphelinin özgürlük ve haklarına müdahale teşkil eder. Ancak şüphelinin masum olma ihtimali de vardır. Hâlbuki bu müdahalelerin telafisi yoktur ve kişi haklarını bazen ağır ihlal içerir. İşte cumhuriyet savcısı bu tür işlemleri yapması için öngörülen yasal düzenlemenin yapılacak işlemin ağırlığıyla orantılı olarak, şartları ağırlaştırması gerekir. Yakalama, gözaltı, arama, el koyma, tutuklama, adli kontrol, iletişimin denetlenmesi gibi müdahalelere maruz kalan masum bir kişinin, yakınlarıyla birlikte uğradığı zararı telafi etmek, yaşanılan hayatı geriye sarmak mümkün değildir. Makul şüphe çok esnek bir kavramdır, ilgili yönetmelikteki tanımda da bu esneklik gözükmektedir. Şayet makul şüphe ülkemizde yılardır uygulanan yargı içtihatlarıyla müstakar hale gelmiş, neyi kapsayıp neyi kapsamadığı vuzuha kavuşmuş olsaydı bireyler için güvence fonksiyonu görebilirdi. Yargının bugün içinde bulunduğu durum da dikkate alındığında arama, el koyma gibi ağır müdahale teşkil eden tasarruflar için “olgulara dayanan kuvvetli şüphe” şartını aramak gerekir. (Bazı ceza hukukçularının makul şüpheyi savunmak için zaten yargı bildiğini okuyor şeklindeki savunmaları kendilerine atfedilen değerle örtüşmüyor. Hâlbuki bütün devlet erkleri bildiğini okumaya meyillidir. Anayasa temelli yasal mevzuat, bu bildiğini okumaya set çekmek ve birey haklarını korumak içindir. Bu gerekçe ancak daha ağır bir kıstas için anlamlıdır.) Ayrıca makul şüphe konusunda ülke içerisinde uygulama birliğini sağlamak noktasında birçok güçlükler ve çelişen örnekler ortaya çıkması muhtemeldir. Kamuoyundaki kabulün aksine aslında arama el koyma gibi koruma tedbirleri iletişimin denetlenmesine göre daha ağırdır. Suç işlemeyen masum kişi açısından evinin aranmasına göre telefonunun dinlenmesi daha tercih edilir. Çünkü dış dünyaya yansıyan bir müdahale yok, hâlbuki mesela aramada aileniz, çocuklarınız ve komşularınızın gözü önünde, kolluk tarafından yapılan arama daha incitici, itibar kırıcı, lekeleyici bir fiildir. Yasa iletişimin denetlenmesi için olgulara dayanan kuvvetli şüpheyi arıyorsa daha ağır tedbirler için bunu evleviyetle araması icap eder.

“El koyma” ise; kişiyle ilgili tutuklama ne ise malvarlığıyla ilgili el koyma aynı ağırlıkta bir koruma tedbiridir. El koyma neticesinde ilgili malvarlığı kişinin tasarrufundan çıkmakta, hususiyle ticari bir faaliyet olması durumunda iflasa kadar varabilecek zararlara neden olabilmektedir. Delil niteliği taşıyan eşyanın dışında, el koyma hükümden sonra mümkün olmalı, zorunluluk durumlarında çok sıkı şartlar öngörülmelidir ki, bunların başında “olgulara dayanan kuvvetli suç şüphesi” gelmektedir. Ayrıca el koyma tedbirine başvurulacak suçlara, anayasal düzene karşı suçları ilave etmek, bu suçlar içerisine TCK m. 316'yı da dâhil etmek yanlıştır. Bu suçlar malvarlığıyla ilgili suçlar olmaması nedeniyle el koyma yanlış olduğu gibi, suç nitelikleri, nedensellik bağının esnekliği, belirgin olmayışı, yargıya geniş bir takdir alanı bırakıyor, genel müsadere gibi ilkel ve despotik yönetimlerin uyguladığı bir cezaya neden olabilecek uygulamalara kapı aralıyor.

Savunma hakkı yani müdafinin dosyayı görmesi meselesinde; dosyada yer alan ve cumhuriyet savcısının şüpheliyle ilgili işlemlerine, hususiyle koruma tedbirlerine temel teşkil eden her türlü belgeyi müdafi görebilmelidir. İddia ve savunma arasındaki denge bunu gerektirir. Bunun dışındaki her türlü uygulama suistimale, hak ihlallerine açıktır.

Sulh ceza hâkiminin konumu ve yetkileri tabii hâkim ilkesine ve kanun yoluna başvurma hakkına aykırı bir şekilde tasarlanmıştır. İlave yetkilerle; dilediği soruşturma önünde aşılmaz bir bariyer, dilediği soruşturmalarda da şüphelinin aşamayacağı bir duvara dönüşmesi mümkündür. Mevcut sulh ceza hâkimliği düzenlemesinden geriye dönülmeyecekse,-farklı bir komplikasyonu yoksa- belirttiğimiz ilkelere uygunluk açısından “Sulh ceza hâkimliği” asliye ceza mahkemesi hâkimleri tarafından nöbet usulü ifa edilmeli, itirazlarda ağır ceza mahkemesine yapılmalıdır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi açısından baktığımızda; AİHM yargılama süreçlerini, “adil yargıla ilkesi” açısından değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeyi yaparken muhakemenin tamamını incelemektedir. Kendisini herhangi bir kısıt altına almadan serbest bir değerlendirmeyle, adil yargılamanın olup olmadığını değerlendirmekte, ihlal tespit ederse de tazminata hükmetmektedir. Nitekim ülkemiz bugüne kadar bizim vergilerimizden ödenen yüksek tazminatlar ödemek zorunda kalmıştır. Adil yargılama; muhakemenin teşkilatlanmasından yargılama sürecine, tarafların haklarına ve kullanma imkânlarına, süresine, koruma tedbirlerindeki gereklilik ve orantılı olmasına kadar birçok konuyu kapsar. Temelinde ise yasal mevzuatın adil yargılamaya imkân verecek normlar içermesi gerekir. Kanaatimce son yargı paketi konuyla ilgili düzenlemelerinin bir kısmı direkt adil yargılama ilkesini ihlal etmekte, bir kısmı da uygulamada adil yargılamayı ihlale sebep olacak kurallar içermektedir.

En doğrusu bu taslak geri çekilmeli, daha sonra sükûnetle, uygulamacılar yani yargı mensupları ve akademisyenler, ceza usul hukukçuları, taraflar bir araya gelerek gerçek ihtiyacı tespit etmeli, temel haklar açısından değerlendirmeli ve ceza muhakemesi bütünü, dengeleri içerisindeki yeri tartışılarak zaruretleri içeren, adalet idesini gerçekleştirmeyi hedefleyen bir taslak oluşturulmalıdır. Yoksa basılan kitaplar, belirtilen görüşler, çekilen zahmetler, boşuna gidiyor, iş maalesef kuyuya atılan taş mesabesine dönüyor.  



MUSTAFA ZEKİ YILDIRIM
Yrd. Doç. Dr., Fatih Üniversitesi