İnsan ölür. Ölüm, bir anlamda yaşamın tanımlayıcı unsurudur. Bir ucunda doğum, öbür ucunda ölüm olan sürece yaşam diyoruz. Yaşamak ve ölmek insan varoluşunun farklı yüzleri oluyor sadece.

O halde ölüm, normaldir, olağandır, kuraldır.

Fakat normal, olağan ya da kural olarak bildiğimiz ölüm, yaşamın doğal bir sonucu, doğanın karşı konulmaz iradesi olarak meydana gelir. Bedenin, dirimin, nefesin tükendiği yerde, artık ölüm bir son duraktır.

Demek ki insanın ölmesi normaldir, ama öldürülmesi değil.

Capcanlı, güçlü kuvvetli, hayat dolu bir insan bu dünyadan göçüverdiğinde, ölmüş denmez ona, öldürülmüş olur.

Ölmesi için hiçbir doğal gerekçesi olmayan birileri öldüğünde, ölüm normal, olağan ya da kural olmaktan çıkar artık.

Yaşamın kaçınılmaz parçası olan ölüm, şiş göbekli patronların ve halk düşmanı siyasetçilerin elinde bir kurban törenine, kanlı bir boğazlaşmaya, yok edici bir kasta dönüşür.

Adına cinayet denir, katliam denir, kırım denir. Suç hanesine yazılır, sorumluları cezalandırılır.

***

Ölmenin de bir tarzı olur mu?

Hepimizin bir gün bu masmavi dünyaya veda edeceği bu kadar belliyken, insan nasıl, hangi yolla, ne biçimde öleceğini düşünür mü?

Daha açık soralım: ölmekte de eşit miyiz?

Kimileri yaşamının son anlarını huzur içinde, sevdiklerinin ilgisi ve bakımı arasında, hatta paranın satın alabileceği tüm olanakların konforuyla geçiriyor. Ölüme çaresizlik içinde, acıdan kıvranarak, can çekişerek değil, dingin bir teslim oluşla, yorgun bir son nefesle, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkar gibi gidiyor birileri.

Yaşıyorlar; son nefesine kadar, canının son noktasına kadar, bedeninin son kuvvetine kadar yaşıyorlar. Ölüm, ancak bundan sonra geliyor kimilerine.

Kimileri ise, daha uzun bir yaşam düşlerken, gencecikken, hatta çocukken, kan içinde, et ve kemik parçaları halinde, tarifsiz acılar ve eziyetler çekerek, sevdiklerinden uzakta, yokluğun ve yoksulluğun pençesinde veriyorlar canlarını.

Ne huzurlu bir yolculuk ne de konforlu bir teslimiyet imkanı sunuluyor kimilerine.

Birileri rahat içinde son nefesini verirken, birileri metrelerce derindeki bir madende boğularak, kavrularak, çırpınarak terk ediyor bu dünyayı.

Çünkü yaşamda eşit olamayanlar, ölümde de eşit olamıyorlar. Ölüm gibi “doğal” bir olay dahi, sınıfsal bir deneyim halini alıyor. Ölümün dehşeti, vahşeti, kandan, kemikten, etten oluşan cinai sureti hep işçiye ve emekçiye “denk” gelirken, zenginlerin ölümü daha stilize, daha klas, daha “elegance” hale geliyor.

Ölüm, tüm hayatı boyunca sömürülmüş emekçinin kurtuluşu değil, sınıf eşitsizliklerinin son bir kez sahnelendiği bir deneyim oluyor.

Sınıf eşitsizlikleri öldürüyor, ölüm ise sınıfsallaşıyor.

Herkes sınıfına göre ölüyor yani.

***

Yine de ölen ya da öldürülen, geride buruk bir anıyla beraber yakınlarına teselli olacak bir duygu da bırakıyor.

Ekmek parası için, çocuğunun geleceği için, borcunu ödeyebilmek için, sevdiğiyle bir yuva kurabilmek için, hasta anasını tedavi ettirebilmek için ter döken işçi, göçüp gittiğinde, sevenlerine “kursağından haram lokma geçmemiş” olmanın gururunu bırakıyor.

İşçinin ölüm anı ne kadar vahşi ve dehşet dolu olursa olsun, ardında bıraktığı tertemiz, masum ve berrak bir hatıra oluyor.

İşçi, emekçi, son tahlilde ölüyor, öldürülüyor, ölmüş oluyor.

Ölüme huzur ve lüks içinde giden bazıları ise, ölmüş falan değil, basbayağı gebermiş oluyor.

Ölüm anının steril ve klas sahnesi, halkın hafızasında kalıcılaşmıyor; halk, yıllarca kendisine kan kusturanların arkasından, en fazla “geberdi” diye fısıldıyor birbirine.

Bizim ölülerimize “güzel öldüler” diyenler, bırakın güzel ölmeyi, doğru düzgün ölmüş bile sayılmıyorlar.

Geberdiler, geberiyorlar, geberecekler.

Hem de “güzel” geberecekler...



solhaber