Türkiye Barolar Birliği’nin yanlış anımsamıyorsam rahmetli Özdemir Özok’un Birlik Başkanı olmasından sonra başlayan ve giderek kurumsallaşan isabetli uygulamalarından birisi de Baro Başkanları toplantısıdır. Bu toplantılar, baro başkanlarının birbirlerini tanımalarına, kaynaşmalarına, kendilerini ve sorunlarını, Birlik’ten beklentilerini, taleplerini, Birlik yönetiminin uygulamalarıyla ilgili eleştirilerini, ülke sorunlarına ilişkin görüş ve düşüncelerini ifade etmelerine olanak sağlayan son derece yararlı ve demokratik platformlar olmuştur.

Ben, Ankara Barosu Başkanı olduğum dönemde katıldığım bu toplantılarda konuşmaktan daha çok dinleyen bir tutum içinde oldum. Bu tarzı tercih etmemin en başta gelen nedeni iyi bir dinleyici olmam, dinlemeyi her zaman konuşmaya tercih etmemdir. Bir diğer nedeni, söz alan başkanların çoğunun benim de paylaştığım görüşleri ifade etmiş olmalarından dolayı aynı şeyleri tekrarlamak suretiyle zaman kaybına neden olmama konusundaki duyarlılığımdır. Bir üçüncüsü ise kişisel dostluğum ve yakınlığım olan Birlik Başkanı Özdemir Özok’u alenen eleştirmek istememem, eleştirilerimi kendisiyle birebir yaptığımız görüşmelerde yapmayı tercih etmemdir.

Özdemir Özok’un sağlığında yapılan Baro Başkanları toplantısında yaptığım üç beş dakikalık konuşmaların dışında en uzun konuşmayı 09 Şubat 2008 tarihinde düzenlenen Baro Başkanları toplantısında yaptım. Özdemir Özok’un açış konuşmasında ifade ettiği bazı hususlara, bir kısım Baro Başkanlarının tepki göstermesi nedeniyle oldukça gergin başlayan ve öyle de devam eden bu toplantıda söz alarak, bana göre çok önemli olan, farklı siyasi görüşlere sahip katılımcı Baro Başkanlarının dahi beğenisini kazanan ve aynı zamanda geleceği de okuyan aşağıdaki konuşmayı yaptım;

‘İleri sürdüğü tezleriyle bilimin doğrusal ve sürekli gelişme olduğu yönündeki görüşleri sarsan Amerikalı fizikçi ve bilim felsefecisi Thomas Kuhn’nun bilimsel devrimlerin genel yapısıyla ilgili olarak geliştirdiği şemaya göre her bakış açısı, her kuram bilim öncesi bir süreçten geçer. Bu süreçte belirginleşmiş, netleşmiş bir bakış açısı yoktur. Bilim adamları sadece deneme yaparlar, bunun için değişik yöntemler kullanırlar. Zamanla ikna gücü, açıklama gücü fazla olan, daha ileri araştırmalar yapılmasına izin veren bir bakış açısı, bir örnek, bir yöntem, bir teknik kendini kanıtlar ve kabul ettirir. Kuhn bunu ‘paradigma’ olarak isimlendiriyor.

‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ isimli kitabında ‘bir toplumun ya da bir kuruluşun kendini organizeetme şekline temel teşkil eden gerçeklik vizyonunu oluşturan değerlerin, algılamaların ve düşüncelerin toplamına paradigma’ denildiğini ifade eden Kuhn’a göre ‘bilim topluluklarının benimsedikleri para­digma, bilimsel alana egemen olan yasa, kuram ve uygulamaların örneklerini oluşturur, paradigmaların öngördüğü modeller de, sonuç itibariyle bilimsel gelenekleri yaratır.’

Değerli akademisyen Zühtü Arslan, Liberal Düşünce dergisinin ‘Güz 2001, Yıl 6, Sayı 24’ de yayın­lanan ‘İfade Özgürlüğünün Sınırlarını Yeniden Düşünmek: Açık ve Mevcut Tehlike”nin Sınırları’ başlıklı makalesinde Kuhn’nun paradigma kavramını ele alır ve bu kavramdan hareketle bilimsel paradigma­ların sosyal ve siyasal olgu ile anlayışları da etkilediğini, bu anlamda, biraz indirgemeci olmakla bir­likte, birbiriyle zıt iki paradigmadan söz edilebileceğini, bunlardan birincisinin, 19.Yüzyıl ve öncesine egemen olan ‘mekanist paradigma’, diğerinin ise 20.Yüzyıl ve sonrasında, yani günümüzde de geçerli olan ‘kuantum paradigması’ olduğunu belirtir.

Arslan’a göre Newton ve Descartes’in düşüncelerinden beslenen mekanist anlayış, kısaca ‘ya/ya da’ şeklinde formüle edilir ve bir kesinliği ifade eder. Bu paradigmaya göre bir şey ya ‘doğrudur’, ya da ‘yanlıştır’, ya ‘iyidir’ ya da ‘kötüdür’. Mekanist paradigmanın sosyal ve siyasal düzlemdeki en te­hlikeli yansıması ise ‘tek doğru’ inancıdır. Bu inanç, ‘tek doğru’ ya inanmayanları dönüştürebiliyorsa dönüştürmeyi, değilse yok etmeyi öngörür.

16.Yüzyılda Avrupa’da başlayıp giderek tüm dünyayı etkisi altına alan, eyleme geçirmekten daha çok çekidüzen vermenin peşinde olan modernitenin bir ürünü olan toplum mühendisliği, ‘tek doğru’ etrafında toplumu şekillendirmeden ibaret olan ‘ya/ya da’ anlayışından beslenir. Amin Maalouf, ‘Ölümcül Kimlikler’ isimli incelemesinde ‘ya/ya da’cı mekanist paradigma an­layışını şiirsel bir dille şöyle anlatır: ‘Seçmek durumunda bırakılıyorlar, zorlanıyorlar dedim. Kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, aramızdaki herkes tarafından.

Gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden, bütün bir kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, o yobaz kolaycı yaklaşım yüzünden. İçimden katiller böyle imal ediliyor diye haykırmak geliyor.’

‘Ya/ya da’cı bu mekanist anlayış, hukuk devleti üzerine açtığı tartışmalarla nasyonal sosyalist dev­let teorisinin oluşmasına önemli katkılar yapan Alman hukukçu Carl Schmitt’in formüle ettiği biçimiyle ‘dost/düşman’, günümüz Türkiye’sine uyarlanmış biçimiyle ‘bizden/onlardan’, ‘aydınlık/karanlık’, ‘sağcı/solcu’, ‘laik/anti-laik’, ‘yurtsever/vatan haini’, ‘cumhuriyetçi/ikinci cumhuriyetçi’, ‘çağdaş/yo­baz’, ‘Atatürkçü/Atatürk düşmanı’, ‘Kürt/Türk’ vs. gibi sosyal ve siyasal alanda birbirine zıt ikilikler üretmekte ve bunu beslemektedir.

Ayrımcılık ve kategorik zıtlaşmalar üzerine kurulu olan, kurulu düzenin sürdürülmesini sağla­makta araçsal öneme sahip bulunan bu anlayış; kutuplaşmaya, karşılıklı suçlamalara, gerginliğe, gi­derek kavgaya, zorbalığa, ‘öteki’ni yok etmeye yönelik politikalara işlerlik kazandırır. Bundan geçinenleri besler, başta siyasal iktidarlar olmak üzere, diğer güç odakları ile siyasi otoritelerin, kişisel ve sübjektif yanılmazlıklarını, doğrularını mutlaklaştırmalarına, haklılaştırmalarına, böylece yanlış ve tehlikeli buldukları görüşleri yasaklamalarına imkan verir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin günümüzdeki önemli siyaset bilimcilerinden olan William E.Connolly,kimliklerin oluşum sürecini araştırıp incelediği ‘Identity/Difference-Democratic Negotiations of Political Paradoks’ isimli kitabında: her kimliğin bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklar­dan bazılarının da yanlış, kötü, çirkin, akıldışı, özetle ‘öteki’ olarak tanımlanması üzerine kurulu olduğunu, ‘öteki’ nin tarih boyunca ve sürekli olarak ‘doğru’ kimliği benimsemeye davet edildiğini, kabul etmeyenlerin fethedilip zorla dönüştürüldüğünü ya da susturulduğunu, dönüştürülemeyenlerin veya susturulamayanların ise yok edildiğini ileri sürer.

Hemen herkesin ortak/anonim söylemi, aklının süzgecinden geçirmeden benimsediği, kendi dilinde yeniden ürettiği, kendini yaptığı işle, ürettikleriyle, başardıklarıyla değil, ırk, inanç, köken, ideoloji gibi aidiyetlerle tanımladığı, Emmanuel Levinas’ın nitelemesiyle ‘söylemeyi’ tali, ‘söyleneni’ daha önemli gören toplumlarda, insanlar: etnik kimlikler, sınıfsal kimlikler, dinsel kimlikler, cinsel kimlikler, grup kim­likleri, parti kimlikleri, cemaat kimlikleri gibi, her türden ve düzeyden kimliklerin kuşatması altındadır­lar. Onun için bu konumdaki insanlar: ideoloji merkezli, sınıf merkezli, din merkezli, grup merkezli, parti merkezli, iktidar merkezli, cemaat merkezli, devlet merkezli düşüncenin ve söylemin marjlarına kolayca itilirler.
Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Bilge Çetin Altan’ın özlü anlatımıyla aydınlanma sürecini yaşamamış, yaşasa da tam olarak sindirememiş, içselleştirememiş toplumların en belirgin özelliği tekdüzeliliktir. Bu gibi toplumlarda hafızlık, koşullanma, ezber, yaratıcılıktan önde gelir. Dinamikleri pozitif hedefler ve değerler yaratmaya izin vermeyen bu gibi toplumlar sadece ‘tabu’ üretirler. Bu gibi toplumlarda bireylerin özgürlükleri, mutlu­lukları kimi zaman ıskalanır, kimi zaman da kitlelerin koşullanmış öfkelerine kurban edilir. Böylesi toplumlarda farklı düşünmek, yeni değerleri, yeni görüşleri savunmak ya ayıplanır ya da yasaklanır. Dünyalı olmak yargılanır.
Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Bu gibi toplumlarda ne yeteri kadar mal, ne yeteri kadar hizmet, ne de yeteri kadar fikir üretilir. Mal ve hizmet üretimindeki yetersizlik topluma enflasyon, fikir üretimindeki düşüklük ise entelek­tüel fukaralık olarak geri döner. Bu gibi toplumlarda rekabet yoktur. Rekabet olmadığı için mallar, hizmetler ve fikirler birbirleriyle yarışmazlar. Yarışmadıkları için de ne mallarda, ne hizmetlerde, ne de fikirlerde kalite yoktur.
Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Bu gibi toplumlarda düello yoktur, pusu vardır. Pek çok şey yüze söylenmez, arkadan söylenir. Onuniçin bu gibi toplumlarda her türden seçim bir rekabet değil, bir husumet olarak kabul edilir. Seçimlerde birbirleriyle yarışanlar, vizyonlarıyla, fikirleriyle, projeleriyle, kendilerine ait hikayeleriyle yarışmazlar, hamasetle, sloganla, yarıştıkları kişilere iftira atarak, yafta yapıştırarak, düşmanlık üreterek yarışırlar. Kayıp ettiklerinde kazananı tebrik etmezler. Düşmanlıklarını sürdürmeye devam ederler.
Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Bu gibi toplumlarda her türlü mahalle baskısı vardır. Müslüman mahallesinde salyangozu onun için satamazsınız. Her mahallede Kürt sorunundan söz edemezsiniz. Atatürk’ü sevmeyi, vatanı sevmeyi kendi tekellerinde görenler, Cumhuriyetin kurucu değerlerini kendilerine ait sananlar sizi; Atatürk düşmanı, vatan düşmanı, Cumhuriyet düşmanı olarak görürler, gösterirler, bir uygarlık projesi olan, devlet odaklı değil, insan odaklı bir hukuk projesi olan Avrupa Birliğini savunanları düşman ilan ederler.
Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Bu gibi toplumlarda kimileri kuvvetler ayrılığı, anayasa, anayasal devlet, sınırlı devlet, siyasi ik­tidarın sınırlandırılması, hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi öğretileri, kurumları, ilkeleri, kavramları, bunların liberal değerler olduğunu, liberalizmin demokrasi uygarlığımıza ar­mağan ettiği değerler olduğunu bilmeden savunurlar, ama siz bunları savunduğunuz zaman sizi liboş olmakla, ikinci cumhuriyetçi olmakla suçlarlar.
Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Tıpkı Nevşehir’de Türkiye Barolar Birliğinin Olağan Mali Genel Kurulunda yaşandığı gibi.

Bütün bunların hepsinin, ama hepsinin kuşkusuz tarihsel, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel, siyasal nedeni vardır, ama işte bir nedeni de en başta söylediğim ‘mekanist paradigma’anlayışıdır.

Oysa ki, pozitivist, ilerlemeci ve dönüştürücü anlayış üzerine kurulu olan ‘ya/yada’cı mekanik paradigma bu anlayış, günümüz dünyasında yerini yeni bir paradigmaya bırakmıştır. Bu paradigma az önce de ifade ettiğim ‘kuantum paradigması’dır.

Konuşmamın paradigmalarla ilgili kısmına referans olarak aldığım Sayın Arslan’nın vurguladığı üzere, ‘kuantum paradigması’ gerçeğin çok boyutlu olduğunu savunur. Tartışmalı ve aydınlatılmamış yanlarına karşın, kuantum fiziği paradigmanın dönüşümünü göstermektedir. ‘Kuantum paradig­ması’nı sembolize eden sözcük, ‘mekanist paradigma’da olduğu gibi ‘ya/ya da’ değil, ‘ve’ dir.

Yol değil, yollar olduğunu söyleyen bu paradigmanın sosyal, siyasal, kültürel ve hatta hukuksal alana yansımaları vardır. Bu bağlamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Handyside kararında, ‘ifade özgürlüğü sadece hoşa giden düşünceler için değil, devleti veya toplumun herhangi bir kesimi­ni inciten, şoke eden ya da rahatsız eden görüşler için de geçerlidir’ şeklindeki gerekçesinin dayanağı kuantum paradigmasıdır.

Kuantum toplumunda, devlet tek-doğru etrafında ‘yoldan çıkanları’ yola getiren bir aygıt değildir.Dolayısıyla, kuantum toplumunda siyasal tarafsızlık ilkesi belirleyici bir yere sahiptir. Devlet iyi vatan­daş üretme makinesi değil, vatandaşların kendi iyi anlayışlarını geliştirebileceği bir sosyal ve siyasal ortamı sağlamakla yükümlü bir aygıttır.

Dünya değişti, değişiyor, Türkiye’de öyle. Türkiye artık ekonomik, sosyolojik, siyasi, kültürel, huku­ki kalıplarına sığmıyor. Bunu görelim ve önümüzdeki süreci kavgasız götürelim. Bunun için de ya­saklayıcı değil, tartışmacı; kapalı değil, açık; otoriter değil, demokratik bir kimlik siyaseti izleyelim. Buna katkı yapalım. ‘Hakikat tekeli’ ne sahip olduğunu ileri süren komuta etiğine hep birlikte karşı çıkalım. ‘Öteki’ ne kimlik dayanmaktan, ‘farklılığı’, ‘farklı olanı’ cezalandırmaktan, ‘öteki’ni düşman görmekten, göstermekten, aşağılamaktan, dışlamaktan kaçınalım. Farklılığı kurucu bir unsur olarak kabul edelim, hem kendimizin ve hem de dünyanın belirsizliğinin farkında ve tartışmaya açık olalım. Hoşgörüyü, çoğulculuğu, bir arada yaşama niyetini öne çıkaralım. Kendimize belli bir mesafeden ve ironiyle bakarak, ‘öteki’ ne özen gösterelim. Yaşamın zenginliğine ve hikmetine saygı duymayı içeren etik bir yol haritası izleyelim.

Göbeğini kaşıyor, burnuyla oynuyor, yelleniyor, aptal, bir ton kömüre, bir çuval bulgura veya pirince karşılık gidip oyunu veriyor diye halkı aşağılamaktan vazgeçelim. Halk­la, kendi insanımızla barışalım, onlara dokunalım. Değilse birbirimizi yok edeceğiz. Brecht’in söyle­diği gibi hiçbirimiz ‘kendimize bir başka halk bulacak’ değiliz. Başka bir ülke de bulacak değiliz. Bizim ülkemiz burası, bizim halkımız da bu. Birlikte yaşamayı becerelim. Değilse bizi bu dünyadan indirirler.

Milan Kundera, kolektif belleğin kayıtlardan ve medyadan çıkarıldığı, yurtsever asilerin sistematik biçimde belleklerden silindiği, geleneksel kuralların ve etik yol göstericilerin yeni koşullara uydurulamadığı ve devlet aygıtının günlük dedikoduları polis izleme sistemi içine soktuğu 1968 sonrası Çe­koslovakya’yı temel alarak yazdığı ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde: ‘İnsan hayatı ancak bir defa yaşanır ve kararlarımızın hangilerinin doğru, hangilerinin yanlış olduğunu kestiremememizin nedeni; verili bir durumda ancak bir tek karar verebilecek durumda olmamızdır; ikinci, üçüncü ya da dördüncü bir hayatımız yok ki çeşitli kararlarımızı birbirleriyle karşılaştıralım’ der ve şu sonuca varır: ‘Sadece tek bir hayat yaşadığımız için, bu hayatı öncekilerle karşılaştıramayız ve de bu hayattaki kusurlarımızı gelecekteki hayatta gideremeyiz.’

Yaşadığımız ve yaşayacağımız bu hayatı bir daha yaşayamayacağımıza, bu hayatımızdaki kusur­larımızı gelecekteki hayatımızda gideremeyeceğimize göre, bu hayatı doğru yaşamak, bu hayatta doğ­ru kararlar vermek, bu hayatta yanlış yapmamak zorundayız. Doğru yaşamadığımız, verili dünyanın reddi ve her türlü tahakkümün eleştirisi üzerinde temellenen tini tanımlayan edimin, ‘benliğin öte­sine geçip ötekinin tüm farklılığı içinde tanınması’ olduğunu kabul etmediğimiz, ‘öteki’ nin varlığını, farklılığını, farklı olma hakkını, kişiliğini, özgürlüğünü, haklarını tanımamaya başladığımızda ne mi olur? Özgürlüğümüzü, sadece özgürlüğümüzü değil, vicdanımızı, aklımızı ve giderek insanlığımızı eksiltir ve hiç farkına varmadan bir tahakkümden bir başka tahakkümün kucağına itiliriz. ‘Öteki’ni yok etmekle, ‘öteki’ ne göre tanımladığımız kendimizi de yok ederiz. Bütün bunların bedelini ise: sevgiden, aşktan, barıştan, içtenlikten, güvenden, güvenlikten, adaletten, şarkıdan, şiirden, neşeden yoksun iğreti hayatlar yaşayarak öderiz.
Tıpkı bugün Türkiye’de ve dünyada olduğu gibi.

Bütün bunları türbanla/başörtüsüyle ilgili olarak bugün geldiğimiz noktaya bağlamadan önce ve özellikle ifade etmek isterim ki; demokrasi, sivil özgürlükler ve hukuk devleti ile bunların omurgasını oluşturan laik­lik, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği en temel ilkelerden birisidir. Laik değerler, sadece düzene, rejime ve sisteme ilişkin alanda biçimsel demokrasinin işlemesi ve hukukun şeklen var olması ile sınırlı olmayıp toplumsal yaşamı bir arada tutan, toplumun demokrasi, hukuk ve özgürlükler temelinde bir arada yaşamasını ve varlığını sürdürmesini sağlayan en temel ilkedir.

Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve yine toplumsal ve kültürel alanın bütünüyle dinsel tezahürlerden arındırıl­ması olduğu kadar, devletin bütün inançlara karşı aynı uzaklıkta durması, sosyal yaşamın eğitim, aile, ekonomi, hukuk, görgü kuralları, kıyafet vb. gibi yönlerinin din kurallarından ayrılarak, zama­na ve yaşamın zorunluluklarına göre belirlenmesidir.

Laik devlet, kendisini dinle temellendirmeyen, hukukunu oluştururken kendini dinin buyrukları ile bağlı saymayan, vatandaşları arasında vicdani ve dini kanaatlerine göre ayrım yapmayan, din ve dindarlar ile dindar olmayanlar üzerinde baskı kur­mayan devlet demektir. Bu özelliği gereği laiklik, din ve mezhepler karşısında tarafsızlık ve toplumsal bir barış ilkesi olduğu kadar, farklı görüş ve inançtaki kişilerin bir arada yaşamasının da temelidir. Laiklik demokrat olmanın gereği olduğu kadar, demokrat olmak da laik olmanın gereğidir.

Demokrat olmanın ölçüsü, kimsenin kimseye karışmamasıdır. Esasen demokratik toplumlarda bu kimsenin haddi de değildir. Ama laik bir devlette, dinci güçlerin ve çevrelerin demokratik siyasi yaşamın içinde birer siyasi güç olmalarını kabul etmek de mümkün değildir.

gerçekgündem