Bu düzen mutlaka siyaset kurumuyla dalga geçiyor olmalı

Kutsal kitap, “Hiç bilenle bilmeyenler bir olur mu” der bilirsiniz.
İnançta da hayatın günlük akışında da bu böyledir tabii...
Peki sonuç?
Bazen bilen, bazen bilmeyen öne çıkarılır.
Siyasette örneğin:
“Erbab-ı siyasete “doğru mu?” diye sorarsan: Evet, doğrudur “Aman bilenlere dikkat!” der.

Neden?
Aslında ayni örgüt içinde olmalarına karşılık, “sistem” ya da “düzen” onları belli “bir ideoloji etrafına toplamak” yerine aralarına “rekabet” sokmuşsa, tabii ki birileri “iktidarda” olmaktan dolayı hep önde olmak isteyecek ve kendisinden daha fazla bileni, hatta kendisi kadar bilme olasılığı olanı  dahi, önünün asla açılmaması gereken bir “rakip” gibi görecektir.

Dönüp bakın etrafınıza, siz hiç “düzen” partilerinde “arkadaş sen benden daha fazla birikimli biriymişsin, gel benim yerime  geç” diyen bir politikacı görebilir misiniz?
Demez…
Aksine, kendine rakip olabileceğini düşündüklerini bir biçimde safdışı etmeye, yanına/altına bu konularda pek iddialı olamayacak, bir farklı bilgisi/görüşü olsa bile asla “haddini aşmayacak” ve kesinlikle “biat edecek” olanları seçmeye çalışır.

*
Bazen konuşulur:
“-Yahu şunun etrafında hiç mi bu işlere aklı eren, bilen bir adam yok, şöyle bir iki şey söylesin ya da yapıversin”
Hayret edersiniz ama yoktur gerçekten.
“Düzen” denen olgu, yönetim piramidini öyle bir “düzen”lemiştir ki; alttan biri çıkıp da “bi dakka, sen bunu yanlış yapıyorsun” diyemez.
Diyebilecek pek kimse de yoktur aslında ya…
Diyenin o saat istikbali kararır, “adamın niyeti bozuk, bir şeylere oynuyor” denir.
Siyaset diliyle de “çiziği yer”
*
Halk ya da sıradan insanlar, yani olayı dışarıdan izleyenler seçimlerin hep “bileni/iyiyi” seçmeye yaradığını düşünürler değil mi?
Asla öyle olmaz.
Ne yazık ki ideolojinin geri planda kaldığı oluşumlarda “düzen” tersine işler…
“Muktedir” yani iktidarda olan, yapılan her seçimi kendisine rakip olabilecekleri “ayıklama” fırsatı olarak görür.
Çünkü herkesin birbirine rakip olduğu düzenlerde “iktidar” öyle darda kalınmadıkça paylaşılabilir bir şey değildir, rakip ya da ortak kabul etmez.
O zaman kimlerin öne çıkarılacağını tahmin etmişsinizdir; “biat edenleri”
Bu tercihlerinde önemli olan, bilmeyenlerin yerine bilenleri getirmek değil, düzenin sahnelediği oyun dolayısıyla, bilmeyen ve bilse bile “düzeni aşıp” söylemeyenleri getirip “iktidarı sağlamlaştırmak”tır.

Tereddütü olan şöyle bir baksın bizi temsil edenlere, vekil ettiklerimize, muktedirlere.
Biliyor musunuz, “Düzen siyaseti”ndeki bu olgu, zaman içinde “muktedir”in başarısızlıkları arttığı zaman daha da kendini gösterir.
Çünkü ker türlü başarısızlığa rağmen iktidarda kalabilmek için, “aşağıdakilerden” hiç birinin “doğru”ları bilip-söyleyip “üst”ün yanlışlarını ileri sürmemesi, kendi kafasına göre  konuşup, maazallah akıllıca bir eleştiri getirip “çatlağa” yol açmaması ve dolayısıyla karizmayı zedelememesi gerekir.

Kırılan kolun yen içinde kalması bundan dolayı istenir.
Böylece, karşılaşılan her başarısızlık “üst”ün etrafını bir basamak daha “daha da az bilenlerden” oluşturmasını zorlar.
Açıktır ki işler ne kadar ters giderse, hiyerarşik yapıda o başarısız “üst”ü eleştirmek o kadar çok gündeme gelecek ve kendisini tartışma konusu haline getirecektir.
Bu durumda, ileride yanlışlarından dolayı sıkıştırılmak istemeyen –hele de birikimi oldukça tartışmalı- bir “üst” ün yapacağı şey; etrafında ve altında olanların daha da “bilmeyenlerden” ve biraz bilse bile onu kullanmaya cesaret edemeyenlerden oluşmasını sağlamaktır.

Kadrolar açıklanacaktır, merakla izlersiniz; “Acaba bizi bu sefer kim yönetecek?”
Sonra şaşırırsınız; gelenler nedense hep gideni aratır eğil mi?
Oysa şaşırmamak gerekir, “düzen”in “sistem”i böyle kurulmuştur: İdeolojisi olmayan, olsa bile o ilk heyecanı yitiren oluşumlar giderek böyle kendini kısırlaştıran, küçülten bir yapıya dönüşürler.

Zaman zaman tersi de olur mu dersiniz?
Yani, üst yapıdakiler yanındakileri ya da astlarını seçerken “benden/bizden daha iyi bilenlerle çalışayım ya da bunu yapabilecek birine devredeyim” der mi?
Demez…
Çünkü içinde “net bir ideoloji” ve “özveri”nin değil de” “ego”nun ve dolayısıyla siyasi rekabet”in geçerli olduğu her türlü örgütlenmede böyle bir şey denildiği zaman, o ideolojiye değil de “düzen içi rekabet”e dayalı” yapı kolay kolay ayakta kalamaz.

“Yok canım, olmaz” diyenler şöyle bir baksınlar etraflarına; kişiler arasında rekabet var mıdır, yok mudur?
O rekabet ortamında bizimkiler-ötekiler mi tartışılmaktadır yoksa liyakat ve birikimin öne çıkarılması mı?
*
“İktidar yıpratır” derler hani.
Evet, bu tablo karşısında iktidarlar yıpranmaya mahkumdur.
Çünkü bir kere iktidar olduktan sonra o ilk heyecan, o duygu seli  “tepe noktasını” aşar ve örgüt içinde gösterilen bütün gayretler kişisel iktidarları sağlamlaştırmaya, kendine rakip yaratmamaya dönüşür.
“Küçük olsun, benim olsun” eğilimi de buradan kaynaklanır.
“Rekabet”  zaman içinde “içeriye” döndüğü için, “küçülme” ya da “büyüyememe” önemini yitirir, rakibe yönelinir.

Hep mi böyle?
Değil tabii.
Mesele, “kişisel siyasi hırs” ile “düşünsel ya da ideolojik hırs” arasındaki dengede hangisinin ağırlıklı olduğuna bağlıdır bu gelişmeler.
İdeolojinin olduğu ve giderek yükseldiği yerde, o ideolojinin gücü ölçüsünde kişisel beklentilerden uzak durulacağı için bilen ile bilmeyen ayrımında ağırlık ikincisindedir.
İdeolojinin önde olduğu örgütlenmelerde liyakat her zaman öndedir.

Ya ideolojinin bittiği yerde?
“Devrimler önce evlatlarını yer” denir örneğin.
Çünkü ideolojik hırs tepe noktasını aşmış, ortaya bir iktidar çıkmıştır ve “evlatlar” arasında rekabet başlamıştır artık. Yani “güce” rakip olabilecek olanı daha baştan yoketme  dönemi…
Mitolojiden gelen o ünlü sözün orijinalinde; “devrimler "satürn gibidirler, ilk kendi evlatlarını yerler" denilmektedir.
“Satürn” Roma mitolojisinde tanrıdır,”
Jupiter”in yani Zeus'un babasıdır.
Satürn babasını hadım ederek başa geçip devrim yapar ve sonrasında, bir kehanetten kendisinin çocuklarının biri tarafından öldürüleceğini öğrenince bütün çocuklarını yemeye başlar. 

Tarih boyunca da “ayniyle vaki” değil mi?
Devrime kadar beraber hareket eden grupların devrimden sonra kendi içlerinde iktidar kavgasına girerek, bu işi birlikte yaptıkları, kendi taraflarındaki insanları yemesi görülmez mi?
Bakın Fransız ihtilaline, Sovyet devrimine…

*
O zaman sonuç ne?
Bize göre sonuç şu:
Eğer bir toplumda siyaset kurumunun bir yenilik yapması, çarpık düzenin değiştirilmesi gerekmiyorsa, ideolojiyi bir kenara bırakır, şu ya da bu iktidarın kendi içindeki rekabetini öne çıkarırsınız. Birileri birileri ile “rekabet” ederken, sadece kişiler ya da ekipler değişir ama toplumda esaslı hiçbir şey değişmez.
İçinde bulunulan zamanda bunun ne kadar böyle olduğunu ölçmek isterseniz, ideoloji diye özetlediğimiz “toplumu ileri götürme heyecanı” ile “siyasi rekabet”ten bu günlerde hangisinin duruma hakim olduğuna bakın.

Bir inceleyin, aynı siyasetin içinde “rekabet” ve bu rekabetin “makul” karşıladığı “beceriler, ince ayarlar” ne kadar kabul görüyor, siyasal meziyet sayılıyorsa;-Haydi günlük ağızla söyleyelim- “Adamlar bu işi biliyor” deniyorsa, o “düzen” dediğimiz güç, siyaset kurumu ile o kadar da dalga geçiyor, aslında “siyasetçilik oynanıyor” ve  iş açıkça “düzen-lendiği gibi” gidiyor demektir.
Tıpkı bu günlerdeki gidişatımızın gösterdiği gibi.