Bülent Soylan
Hani “Bugün ayın üçüdür” diye başlar ya…
Ne de güzel bir türküdür değil mi?
Türkünün "yakıldığı" o eski zamanlarda bu “ayın üçü” sözünün yıllar sonra enteresan bir şeylere denk geleceği bilinemezdi kuşkusuz; ama söylemişler bir kere.
“Bugün ayın üçüdür
Girme, bostan içidir”
Türkü bugünkü ekonomi düşünülerek yakılsaydı, herhalde "girme bostan içidir" dedikten sonra "dikkat et bostanda dolaşma ekili zerzevatı ezeceksin, doğru yoldan git, çiğneme" falan gibi bir şeyler söylenebilirdi.
Malum, "bostan" sebze ekilen bahçe, tarla.
“Enflasyon”dan söz ediyoruz.
Bizde TÜİK yani devletin istatistik kurumu, koyduğu takvimi gereği aylık enflasyonları her ayın üçünde açıklar.
Örneğin 3 Şubat, Ocak ayı enflasyonunun TÜİK tarafından açıklandığı gündür.
Dolayısıyla bir ayın üçü oldu mu açın televizyonları, dinleyin haberlerde “ayın zam şampiyonu”nun patlıcan mı yoksa biber mi olduğunu, “filenin kaça dolduğu”, “asgari ücretin yetersizliği”ni falan…
Hele de hemen o günlerde yeni yeni “ayarlama” haberleri de dolaşmaya başlamışsa ortalıkta.
Dolayısıyla her ayın 3’ü adeta bir “pahalılığı ve onun yarattığı geçim sıkıntısını “anma günü” gibi, her zaman ülkedeki enflasyonun hatırlanıp tartışıldığı gündür.
Bu yazı yazıldığı sırada henüz ayın enflasyon açıklaması yapılmamıştı.
Ama ne gam…
İktidar her ne kadar “iyidir iyidir, bak çok güzel şeyler oluyor” dese de biz nasıl olsa yine de ortalarda sıradan halkı incitecek düzeyde bir rakamın dolaşacağını biliyoruz.
Neden derseniz; malı alıp parasını ödeyen biz olunca pahalılığın ölçüsünü başkasından öğrenmeye gerek kalmıyor.
Üstelik ayın üçünü beklemeye ne gerek var; enflasyon kuruş kuruş her gün var, sadece hesabı aylık.
Dolayısıyla ayın üçü memleketimizde ancak bir “enflasyon muhabbeti” günü oluyor.
Peki, nedir bu “enflasyon” denen işin aslı?
Çarşı pazar ve zam muhabbetinin derinlerinde başka neler var bir bakalım.
*
Enflasyonun teknik tanımı; bir ülkedeki mal ve hizmetler ile piyasada dolaşan para arasındaki dengenin giderek para (ya da halkın deyimiyle pahalılık) lehine bozulmasıdır.
Örnek verelim: bir pazarda sadece 100 kilo domates, o pazarda dolaşan insanlarda da bunu alacak sadece 100 lira varsa domatesin kilosu ister istemez 1 liradır.
Ama bu denge bir süre sonra bozulup pazara gelen domates 80 kiloya indiğinde, ellerdeki para yine 100 lira olsa bile fiyat yüzde 25 artar ve 1.25 olur. Tabii domates miktarı aynı kalıp bu sefer pazarda dolaşan insanların eline 125 lira verildiğinde de aynı şey...
Peki bu neden böyle?
Durup dururken değil kuşkusuz…:
Ya ülkede üretim yavaşlamıştır, artık pazara daha az mal geliyordur ya da gelen mal yine aynı miktarda maldır ama ekonomiye bir şekilde daha fazla para "sokulmuştur."
Yapay bir para bolluğu vardır.
Verdiğimiz örnek konuyu oldukça basitleştirip daha anlaşılır hale getirmek içindi tabii…
Biz pazarda sadece domates satıldığını, alıcıların da sadece domates aldıklarını varsaydık ama gerçek hayatta her şey domatesten ibaret olmayınca hesaplar da karışabiliyor ya da karıştırılabiliyor.
Bu hesaplamayı yaparken eğer pazardaki bütün malların ortalamasını değil de yüzlerce çeşit maldan fiyatı artmayan hatta ucuzlayanların fiyatlarına bakarsanız enflasyon düşük, insanların daha çok satın aldıkları malların fiyatlarına bakarsanız yüksek çıkıyor.
Aynen şu pahalılık hesabı yapılırken “vatandaşın filesi” ile “TÜİK’in filesi” tartışmasında olduğu gibi.
Malum, TÜİK fileye pinpon topu, tenis raketi, saç boyası, ispermeçet mumu gibi şeyleri de dolduruyorsa; vatandaş daha çok patates, soğan, ekmek dolduruyor.
Bunun da teknik tanımını yapalım:
TÜİK’in piyasada “gördüğü” fiyatlar bir yana, istatistiklerinde sayılan mallar ve bunların bizim bütçemizdeki ağırlıkları yani her birinden ne kadar kullandığımız konusu başka, bizim kendi yaşantılarımızda gerçekte filemize neyi ne kadar doldurduğumuz daha başkadır.
Hatta bu kişiden kişiye bile değişir.
Yani tartışılması gereken, hani şu “her amaca hizmet edebileceği söylenen” istatistiklerin nasıl yapıldığı ile yakından ilgili.
Peki çok mu kötü bir şey bu enflasyon?
Bu işten kim zararlı, kim kazançlı?
Eğer genel ekonomiyi de, kişilerin kendi ekonomisini de sadece “nominal” dediğimiz paraların üzerindeki rakamlar üzerinden ölçüp değerlendiriyorsak, ortaya hayli yanıltıcı bir durum çıkıyor.
Bir bakıyorsunuz; sözde elinize daha fazla para geçiyor ama o parayla eskisi kadar mal alamıyorsunuz.
Yani elinizdeki paranın değeri ya da satın alma gücü "düşüyor".
Kimler kaybediyor?
Tabii ki fiyatlar her gün artarken ücreti sabit kalanlar ya da o fiyat artışları kadar zamlı ücret alamayanlar.
-Kimler kaybediyor?
Bankadaki tasarrufumdan faiz alıyorum dediği halde o aldığı "net faizi" enflasyonun altında kalanlar.
-Kimler kaybediyor?
Piyasadaki fiyatların oynaklığı dolayısıyla sağlıklı hesap yapılamadığı için, "kararlama" üretime kalkışan ama sonucun ne olacağını bilemeyen üreticiler, esnaf, sanayici.
-Kimler kaybediyor?
Artık ücret pazarlığı yapma şansı kalmamış olan emekliler…
O zaman kazanan kim?
Eğer bu gidişatta kendisi de bir şekilde kaybetmiyorsa tabii ki o sabit ücretleri ödeyenler, enflasyonun altında bir faizle para kullanan finans kesimi ve bir de sıkıntılarını piyasaya sürekli para sürerek aşmaya çalışan, zaman kazanma ihtiyacı içerisinde olan yönetimler.
Madem çok kötü, peki bu enflasyonla baş etmeli mi?
Etmeli ve edilir de tabii…
Ama önce “nominal” yani “sayısal”lar yerine “reel” göstergeler üzerinden konuşup anlaşarak ve üretimi arttırıp ekonominin reel yani gerçek dengelerini düzeltme niyet ve gayretine girerek.
Yoksa, durum aynen yıllarca öncesinden bugüne kadar söylene söylene gelen o şirin türkümüzdeki gibi:
“Bugün ayın üçüdür
Girme bostan içidir”