Cevabını öğrenemeyeceğimiz sorular!

Artık seçim propagandası dönemi başladı, artık eylem ve söylemlerin çoğu “seçmen ayartma”ya yönelik. Aynen referandum öncesinde olduğu gibi.. O zaman “darbeler sorgulanacak” vaatleriyle 27 Mayıs 1960 darbesine kadar inilmişti, şimdi tekrar “içki, heykel, 19 Mayıs törenleri gereksiz, Osmanlı padişahının özeli” ve benzeri konularla dinin, soyun, aile değerlerinin koruyucusu olma pozisyonu alınacak.

Eğer tartışmalarda yanlış zemin üzerinde duruluyorsa hiç önemi yok, millete duymak istediklerini söylediniz mi yetecektir. Ne hazin bir tablo bu.. TV programlarında halka Wikileaks’i soruyorlar; Tunus’ta hükümet düşüren Wikileaks belgeleri için bizde “soğuk algınlığında göğse sürülen Wicks” diyen bile çıkıyor, Cumhurbaşkanını soruyorlar; “Tayyip Erdoğan” cevabı geliyor, bu kadar dünyadan habersiz insanların yaşadığı ve hala “çoğalın, çoğalın” denilen bir ülkede milleti elinizdeki TV kanalları ve gazetelerle “istediğiniz her şeye” inandıramaz mısınız?

İşte iktidar partisi seçime, referandumda olduğu gibi böyle sınırsız bir avantajla giriyor. Devlet TV’si parti kanalı gibi, özel kanalların büyük çoğunluğu ona katıksız hizmet veriyor, geriye kalanlar korku içinde kendi sansürünü kendi yapıyor. Biraz unutursa ayar çekenler hazır, daha ne olsun?

Bu arada “Wikileaks” deyince aklıma geldi, ne kadar çok “cevapsız soru” beklemede, farkında mısınız?

CLINTON’A SORACAK MISINIZ?

Önce Wikileaks ne demek, gözü kapalı yaşayanlar için hemen hatırlatalım; ABD’li büyükelçilerin ABD Dışişleri Bakanlığı’na “bulundukları ülkelerle ilgili gözlemlerini, yorumlarını gönderdikleri” yazışmalar. Bu isimdeki internet sitesi açığa çıkardığı için Wikileaks diye anılıyor. Ve bu yazışmalarda “büyükelçi imzalarıyla” Türkiye hakkında, yolsuzluklar hakkında da çok fazla bilgi verilmişti. Ama imzasız ihbar mektuplarındaki “yıllardır teki kanıtlanamayan” iddialarla insanların hayatının karartıldığı Türkiye’de, “büyükelçi imzaları da, ABD’nin ‘büyükelçilerimiz görevini yaptı’ diyerek bu belgelerin arkasında durması da” önemsiz sayıldı ve “yalan, iftira” denerek olay kapatıldı.

Buradaki sorulardan başlarsak sorular şu sıralamada gidebilir;

-ABD belgeleri kabul ettikten sonra; “Tüm sorularınıza hazırız” demesine rağmen ve ülkelere kafa tutmaktan çekinmiyor görünmemize rağmen neden ABD’ye en ufak tepki göstermedik, “açıkla bakalım büyükelçilerinin iddialarının kanıtlarını” diyemedik, tam aksine “ilişkilerimiz zedelenmedi” dedik?

-ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Türkiye’ye geldiğinde Başbakan Erdoğan fırsatı kaçırmayarak ona “sorulara hazırız” demiştiniz, şu “Büyükelçilerinizin Türk hükümetiyle ilgili iddialarını milletimize açıklar mısınız, ellerinde hangi kanıtlar vardı” diye soracak mı?

DARBE, MUHTIRA VE SEÇİM!

- TP Genel Başkanı Abdüllatif Şener “O belgelerde tarif edilen ‘yapılan yolsuzluklara dayanamayıp istifa eden bakan’ benim” demesine rağmen neden sadece ona hiç kızılmadı, “açıklamazsan namertsin” benzeri alışılmış sözler söylenmedi ve suçlamaları hükümet tarafından sineye çekildi?

-Referandumda “darbelerle, muhtıralarla hesaplaşılacak” denmesine rağmen referandum sonrasında neden 12 Eylül darbesi ve 27 Nisan muhtırası hiç ağza alınmadı? ‘Gerçek darbe ve muhtıra’ unutturulabiliyorsa ‘darbe yapmamış, muhtıra vermemiş’ gazeteciler, doktorlar neden yıllardır hapiste ve çıkmamaları için yeni çareler bulunuyor?

-Seçim sonrasına bırakılan yeni anayasanın halka açıklanması BDP’nin son “ya özerklik, ya özerklik” çıkışlarıyla ve Başbakan’ın “kamuda türban kesinlikle olacak” açıklamasıyla (ve “AYM’ye süper yetki bunun için verildi” dendiğine göre) daha da önem kazanmışken, partilerin ilerde neler yapacaklarını seçimden önce anlatması tüm dünyada gerekli görülürken bizde iktidar partisi seçime neden “kapalı kutu” gibi, sır küpü gibi gidiyor ve konuşması zorunlu olmuyor?

Gerçek değil ‘sanal’ bir demokraside yaşamakta olduğunuzu bu soruların cevabını asla öğrenemeyecek olmanızdan anlayabilirsiniz!





Kültür Bakanı Ertuğrul Günay her zamanki gibi göze girmek üzere Başbakan Erdoğan’ın konuşmasını düzeltmeye kalkınca Başbakan onun konuşmasını düzeltti ve bir bakanın asla düşmemesi gereken duruma düştü. Bu durumda yapacağı tek şey istifa etmekti ama istifadan ‘göze girecek yeni atılımlarla’ sıyırmaya çalışıyor.

Dün “belki yararı olur” diye önce; iki kurultay geçirip partisinde ezici çoğunlukla tercih edildiğini kanıtlamış olan Kemal Kılıçdaroğlu’na “o bir kamera kazasıdır... Şu seçimi bir geçelim CHP Genel Başkanı hala yerinde kalabilirse..” benzeri laflar ederken (seçim sonrasından bu kadar emin olmak da enteresan o başka) birdenbire kazdığı kuyuya düşüvermiş. Beyşehir’de “Eflatun Pınarı’nın fotoğrafında gördüğü işlemelerden” söz ettiği konuşmada “Hz. Muhammed’e dedim ki” deyivermiş. Özür dilemiş ama bu kadar hata da arka arkaya olmaz ki, üstelik bir bakan böyle fahiş bir hata yapamaz ki, onun için tabii ellerini yüzüne kapamış filan.

Ne söylenebilir, Allah’ın sopası yok, bırak başkalarıyla uğraşmayı da kendini bu gaflardan nasıl temizleyeceğini düşün demekten başka!





Seyrantepe’deki Galatasaray Stadyumu’nun açılışında Başbakan’a protestolar olmuş, üzücü, keşke olmasaydı ama olmuş işte.. Siyasetçiler alkışa da protestoya da hazır olmalıdır. Olayın arkasından Başbakan ve Bakan Çelik kızgın konuşmalar yaptı, Adnan Polat ise komik bir konuşma.

Polat dedi ki; “Başbakan’ı protesto edenler tespit edilip bir daha stada alınmayacak” .

İyi de daha önce yine bir maçtaki protestolarda benzer şeyler söylenmişti, üniversitede protesto olunca öğrenciler benzer şekilde tehdit ediliyor, sokakta olsa polis alıp götürüyor.. Yoksa “ileri demokrasi” dedikleri bu mu? Ayrıca maçtaki protesto “sadece taraftar protestosu” olarak yansıtıldı, ya başka şeyleri de protesto ediyorlarsa?

İnsanların “tepki gösterme özgürlüğü” elinden alınabilir mi? Dün rastladığım herkes bu konuyu konuşuyor ve yukarıdaki soruları soruyordu. Kısacası; Polat’ın durumu “Kültür Bakanı’nınkinden farksız” görünüyor dışarıdan bakanlara..