GAZETECİLER NİÇİN TUTUKLANIYOR?

Gazetecilere yönelik olarak sürdürülen operasyonlar bu kez, yirmiye yakın gazetecinin gözaltına alınması ve çoğunun tutuklanmasıyla sonuçlandı. Türkiye’de yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı, siyasal iktidar tarafından yönlendirildiği yönündeki ciddi bulguların varlığı karşısında, gazetecilerin tutuklanmasının; “kuvvetli suç şüphesi” nedeniyle yargının görevini yaptığı ya da iktidar sözcülerinin dediği gibi, “onlar gazeteci oldukları için tutuklanmadılar” söylemleriyle açıklanamayacağı ortada.

Öyleyse gazeteciler niçin gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor?

Bu sorunun yanıtı büyük ölçüde, tutuklanan gazetecilerin kimliklerinde saklı.

Araştırmacı gazetecilik yapan tutkulu (tutuklu değil) gazetecilerin, “Tek Adam” yönetiminin tepkisini çeken çalışmaları arasında yaygın yolsuzluk olaylarını ortaya çıkartmaları önemli yer tutuyor. Ancak gazetecilere yönelik operasyonu tetikleyen asıl nedenin, toplumdan gizlenen bilgi ve olayların kamuoyu önüne taşınması, iktidarın örtülü şekilde servis ettiği haberlerin arkasındaki gerçeklerin ortaya serilmesi olduğu anlaşılıyor.

“Tek Adam” yönetimi; içeride kutuplaşma, dışarıda yalnızlaşma, Suriye’deki hamlelerin boşa çıkması, “şehitler tepesi” tartışması, göçmen sorunu, Libya’da olup bitenler, FETÖ borsası, yolsuzluk dosyası, ekonomik verilerle oynanması, hukukun sonlanması gibi “itibar” sarsıcı olumsuzlukların duyulmasını ve tartışılmasını istemiyor. Halkın gerçekleri öğrenmesi anayasal bir hak ama iktidar için kendi gerçekleri daha önemli. Toplum üzerindeki gücünü ve denetimini yitiren “Tek Adam” yönetimi için sorgulayan akıl ve kişiler tehlikeli. Çünkü sığındıkları son kale olan milliyetçiliğin surları gerçeklere direnemiyor, çatırdıyor. Bu ise iktidarı daha saldırgan yapıyor. Sonuç olarak iktidar, FETÖ döneminde olduğu gibi yargı sopasına sarılıyor.

 Düşünür Louis Althusser’a göre siyasal iktidarlar ‘devletin ideolojik aygıtları’nı (basın, polis, okul, aile, cami/kilise, mahkemeler..) kullanarak kendi ideolojilerini topluma kabul ettirmeye, topluma inandırmaya çalışırlar. Bu aslında bir tür ‘toplumsal rıza’ üretimidir. Devletin ideolojik aygıtları toplumsal hayatın her alanında bulunduğundan, bunlar eliyle, yurttaşlar ve toplum, iktidar ideolojisinin özneleri olarak kolayca biçimlendirilir. Yani iktidar, üzerinde hüküm süreceği “uysal” öznesini kendisi üretir.

Ancak aydınlanma devrimi; bireyin devlet karşısındaki konumunu özgürlükler yönünde değiştirip aklı öne çıkartınca, siyasi iktidar olgusu da değişime uğradı. Moderniteyle birlikte feodal yapılar ve dinin etkisi azalmaya başladı.  Foucault, “çobanları Tanrı olunca, insanlar siyasi bir anayasaya ihtiyaç̧ duymuyorlardı” demişti. Aydınlanma devrimiyle ortaya çıkan yeni siyasal iktidar modeli, yurttaşı özneleştirirken aynı zamanda özgürleştirerek, haklarını güvenceye alan anayasal bir düzene sıçratmıştı. Ama iktidar olgusunun özü değişmedi.  Yurttaşın siyasal iktidarla arasındaki ilişkisi, bu kez ideolojilerin (iktidar hedeflerinin) benimsetilmesi yöntemi seçilerek yeniden kurgulandı. Devletin ideolojik aygıtları, meşruluk (rıza) üretimini ikna yoluyla (liberalizm) sağlamaya öncelik verecekti ama bu yolla sonuç alınamazsa zor kullanmaktan kaçınılmayacaktı.  Tarih, iktidar ve yurttaş ilişkisini hep bu şekliyle not etmiştir. Türkiye’de de olan budur. Toplumsal onayını yitiren iktidar meşruluğunu zor kullanarak, gözdağı vererek üretmeye çalışmaktadır.

İktidar; bir grubun, bir sınıfın çıkarını hayata geçirebilmek için toplumun diğer kesimleri üzerinde bilinçli olarak uygulanan bir egemenlik tarzıdır. Bu nedenle siyasal iktidarlar somut gerçeklikle ilgilenmezler, kendi gerçeklerini inşa etmeye çalışırlar. Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi, zincirlenmiş insanlara (topluma) gölgeyi (kendi gerçeğini) hakikat gibi sunmaya çalışırlar. “Truman Show” filminde olduğu gibi, iktidarın allayıp pullayarak sunduğu sanal ortamda gerçeği yaşadığınızı zannedersiniz.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 2002 yılında, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik krizden de yararlanarak; Avrupa Birliğine katılma sürecini hızlandıracağı, demokrasinin önünü açacağı, hukukun üstünlüğünü sağlayacağı, temel hak ve özgürlükleri genişleteceği yönündeki aldatıcı ama yaygın bir propagandanın etkisiyle iktidara geldiğinde arkasına; dinci muhafazakarların dışında liberal “aydınların”, sermayenin ve “Batının” desteğini almıştı. Ancak kısa bir süre sonra sözde özgürlükçü AKP gitti, yerine tek sesli, siyasal İslamcı, otoriter karakterli bir AKP iktidarı geldi. 2017 referandumu ile de “Tek Adam” yönetimi anayasallaştı. Yeni AKP’nin destekçileri olarak da dinci muhafazakârlar, iktidardan beslenenler ve “ulusalcı yetmez ama evetçiler” kaldı.

Ancak hayallerin de bir sonu vardır.  Türkiye bugün mevcut iktidarın düşlerinin sonuna geldiği bir sürece girmiş görünüyor. İktidarın beslendiği bütün olgular etkisini yitirmiş durumda. Din sömürüsü artık etkili olmuyor. Camiler boş. Yoksulluk yardımları kimseye yetmiyor. Milliyetçiliğin karın doyurmadığı, ‘Çılgın Projeler’in parlak cazibesinin ağır ekonomik bedellerle ödendiği, yaratılan hayal dünyasının sonuna gelindiğini herkes görüyor. Medyayı silah, gazeteciyi tetikçi olarak kullanma yöntemi sonuç vermiyor. İktidar gündem yaratamıyor, yarattığı gündemlerin ise ömrü uzun olmuyor, çoğu ters tepiyor. FETÖ “öcüsünün” inandırıcılığı kalmadı. İktidar, neye el atsa artık başarısız oluyor.

Kısacası yama dikişi tutmuyor.

İşte böyle bir ortamda gazetecilerin suyu bulandırması yolsuzlukları ortaya çıkarması, gerçeklerin söylendiği gibi olmadığını kamuoyuna göstermeleri kabul edilemez bir suç ve vatan hainliği olarak gösteriliyor. Tehdit devreye giriyor. Cezaevi yolları, gazetecilerin kaderi oluyor.

Tarihin öğrettiği bir gerçek vardır: İktidarlar şiddetin dozunu en çok yıkılıp giderlerken artırırlar. Tıpkı en koyu karanlığın aydınlığa en yakın zaman olduğu gibi…

Av. Dr. Başar YALTI