16 Mart 1978’de 7 üniversite öğrencisinin yaşamını yitirdiği, onlarcasının yaralandığı, Türkiye'yi ayağa kaldıran katliamının üzerinden tam 46 yıl geçti. 12 Eylül darbesinin işaret fişeği olan, İstanbul Üniversitesi Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencilerine yönelik bu planlı saldırının ardından, sanık sandalyesine oturtulan MHP ve Ülkü Ocaklı faillerin delil yetersizliğinden beraat ettiği bu davayı tam on yıl sonra tozlu raflardan indirerek, yeniden gündeme taşıyanlar, ölen gençlerin avukat arkadaşları olmuştur.
Dünya’da ve Türkiye’de ilk ve tek Gladyo yargılaması olarak tarihe geçen 16 Mart davasının yeniden açılabilmesi için büyük mücadele veren avukatlar; topladıkları yeni deliller, tanıklar ve ortaya çıkardıkları (biri olay tarihinde polis olan) yeni sanıklarla 1992 yılında yaptıkları suç duyurusunun ardından, 1995 yılında davanın yeniden açılmasını sağlamışlardır. O güne kadar ülkemizde adiyen adam öldürme davası olarak görülüp, asıl sorumlulara gidiş yolu bilinçli olarak tıkanan ve bu suçlara uygulanan 30 yıllık dava zamanaşımı engeline de takılarak bir şekilde üstü kapatılan bu tür siyasi cinayet ve katliam davalarının kaderi ilk kez 16 Mart davasında müdahil avukatların çabası ile değişmiş; Türkiye'de siyasi saikle işlenen böylesi bir katliamda devlet içindeki suç örgütü Gladyo’nun izleri aranmaya başlanmıştır. Dolayısı ile sanıklara bu yönde ek savunma hakkı verilmiş; dönemin en önemli siyasi cinayet ve katliam dava dosyalarının da celbine karar verilmiştir. Bu arada Susurluk’ta meydana gelen trafik kazasında kısmen görünür hale gelen Gladyo, kazada hayatını kaybeden Abdullah Çatlı üzerinden (katliamda kullanılan patlayıcıları temin eden kişi olduğu iddiasıyla) gelip 16 Mart katliamına bağlanmıştır. Böylece Gladyonun sanık sandalyesine oturtulduğu ve örgütlü suç faaliyetinin devam ediyor olması nedeniyle, mevcut mevzuatımıza göre bu tür davalarda zamanaşımının işlemeyeceği tezinin ilk kez tartışmaya açıldığı dava da yine 16 Mart katliamı davası olmuştur.
Gladyo ile bir nevi hesaplaşma boyutuna evrilen dava bu haliyle, kamuoyunun ilgisini üstüne fazlasıyla çekerken; davanın görüldüğü mahkemeye ve müdahil avukatlara yönelik yönlendirme ve baskılar da, beklendiği üzere en üst seviyeye varmıştır. Örneğin, dönemin Adalet Bakanı davada delil olarak kullanılan MİT belgesini gerekçe göstererek, bu tür belgelerin delil olarak kullanılmaması yönünde, yargıya (Anayasaya aykırı olarak) talimat verirken, MİT de kendilerine ait olan bir belgeyi delil olarak kullandıkları gerekçesiyle davanın müdahil avukatları hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Nitekim bu makalenin yazarı hakkında açılan ceza davası ile müdahil avukatlara da ciddi bir baskı uygulanmıştır.
Nihayet, 2008 yılında çakma Gladyo davası olarak anılan Ergenekon davasının Silivri'de görülmeye başlandığı gün, gerçek Gladyo davası olan 16 Mart Davası, bizzat devlet kurumlarınca karartılan deliller ve mahkeme üzerinde kurulan baskı sonucu sanık sandalyesine oturtulan müdahil avukatların tüm çabasına ve itirazlarına rağmen, yine adiyen adam öldürme cürümlerindeki 30 yıllık uzamış zamanaşımı gerekçesiyle düşürülmüştür. Bu sonuca yönelik kamuoyundan gelen yoğun tepki üzerine, dönemin Adalet Bakanı bu kararı veren hakimler hakkında soruşturma başlattıklarını açıklasa da, doğal olarak sonuç değişmemiştir. Müdahil avukatlarınca temyiz edilen bu kararın 2010 yılında Yargıtayca sesiz sedasız onanmasına ise, o tarihlerde derin devletle hesaplaştığını iddia eden iktidar dahil Türkiye’de kimse ses çıkarmamıştır.
Ancak bu dava, bugüne kadar Dünya’da ve Türkiye'de başarılamayan bir işi başararak; Gladyodan yargı önünde hesap sorulabileceğini, mevcut yasalar çerçevesinde (mahkumiyetle sonuçlanmasa bile) bir Gladyo yargılaması yapılabileceğini ve devlet içerisinde yapılanmış, her dönem faaliyetine devam eden bu suç örgütünün en azından deşifre edilebileceğini ispatlamıştır.
Siyasi cinayet ve katliam davalarında havanda su dövmek yerine, asli fail olan Gladyo ile hesaplaşmak isteyenler için 16 Mart katliamı davasından alınacak çokça ders olmalıdır.
Cem ALPTEKİN (Avukat-Yazar)