İşler kötüye giderken yine de “her şey yolunda” deniyorsa…

Hepsi de gözümüzün önünde gelişmiyor mu?
-Döviz yükseliyor,
-İhracat düşüyor,
-İthalat artıyor,
-Dış ticarette “makas” açılıyor,
-Cari açık her dönem büyük, borçlar çevrilemiyor,
-Çarşıda pazarda fiyatlar yükseliyor,
-Üretim ve istihdam hala çok yetersiz…

Ama bütün bunlara rağmen hala “Her şey yolunda…” deniyorsa;
“Peki bu neyin yolunda? Bu hangi tarafa doğru giden bir “yol”dur ki; bütün bu olumsuzluklar o yolun olağan adımları sayılıyor ve karşılaşılan bütün olumsuzluklara rağmen o “yol” hala “yanlış” sayılmıyor?

Hani bir tür “geriye dön, ileri marş” komutunu alanların “tamam işte, yolumuz her zaman ileriye doğrudur” demesi gibi bir mantık mı olmalı bu?
Her halde…
*
İşler gerçekten yolunda mı?
“Evet yolunda” diyorsan; O zaman bu “senin söylediğin yol” benim anladığım yol değil be kardeşim. Üstelik böyle bir “yol”un bizi sonunda nerelere götüreceği geçmişte başımıza gelenlerden belli değil mi?

Devir Osmanlı devri.
Osmanlı, 1854’te borçlanmaya başlamış, bundan sadece 20 yıl sonra, 1874’de de iflas bayrağını çekmişti.
1876’da “Ulu Hakan” İkinci Abdülhamit tahta çıktı.
1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı (ünlü 93 harbi) mali durumumuzu daha da ağırlaştırınca 1881’deki “Muharrem Kararnamesi” ile bu borçları tasfiye etmek için “Duyun-u Umumiye” idaresi kuruldu.
Bu “Moratoryum”du.
Yani biz battık, ödeyemiyoruz; gel bizim ekonomimizi idare et, o alacağını da bildiğin gibi al teslimiyeti!

Bu teslimiyetten sonra Duyun-u Umumiye İdaresi gelip çöktü ekonominin üzerine.
Dokuz bin dolayında memuruyla Osmanlı’nın maliyesinden daha fazla elemana sahipti ve ekonomide o ne derse o oluyordu.
Şu kadar ki; bizden toplanan paralarla, o sırada Trablusgarp’ta savaştığımız İtalya’ya destek verildi de “gık” bile diyemedik.

Diyemezdik tabii…
Yönetim kurulu; bir Fransız, bir Alman, bir Avusturyalı, bir İtalyan, bir Türk, İngiltere'yle Hollanda'yı ortaklaşa temsil eden bir İngiliz ve önde gelen alacaklılar adına da bir başka üye olmak üzere toplam yedi kişiden oluşuyordu.
26 bölge müdürlüğü, bunlara bağlı 720 il ve ilçe müdürlüğü 1912 yılında tam 8931 memuru vardı.
Ve…
Bizim ekonomimizi Kurtuluş Savaşına kadar idare(!) ettiler…
Lozan’da kavgası verildi, Osmanlı’dan Türkiye’ye kalan pay hesabedildi, son taksiti 1954 yılında ödenip bitti.
Neden böyle oldu?
Niye başımıza geldi bu işler?
Bunun cevabını önce o dönemin siyasetine özenenlere, o “yol”u çok beğenenlere sormalı öncelikle.
Mutlaka bir bildikleri olmalı.
*
Tarihimizdeki ikinci moratoryum 4 Ağustos 1958’dedir.
O gün Türk Lirası yüzde 221 oranında devalüe edildi.
Artık 1 dolar 2,80 değil, 9,00 liraydı.
Hani şu günkü 4,80 kurunun bir anda 15,42 lira olması gibi bir şey…

Ardından 13 devletten temsilcilerle sekiz ay süren toplantılar yapıldı…
11 Mayıs 1959’da Paris’te imzalanan anlaşmaya göre borçlar 12 yılda eşit taksitler halinde ödenecekti.
Bu moratoryum, “kimilerine göre” demokrasi kahramanlarından sayılan Adnan Menderes’in döneminde ve onun icraatı sonucudur şüphesiz.
Gelin, o zamanlar olan biteni de Kurucu Meclis Dış İşleri Komisyonu Raporu’ndan bir alıntıyla öğrenelim:

“1948 senesinde kurulan ve Hükümetimizin de âzası bulunduğu Avrupa iktisadi İşbirliği Teşkilatı (OECD) prensiplerine uymak maksadıyla ve 1950 senesinde başlayan Kore Harbinin iptidai (ham) madde fiyatlarında tevlid ettiği (yarattığı) geçici yükselişin ihracatımızı kıymet itibariyle artırmasından cesaret alınarak, birçok ithal mallarımızın libere edilmesi cihetine gidilmişti.
Takip edilen suni bir kredi politikası ve enflâsyonist temayüller, talebi artırdığından liberasyondan faydalanarak memleketimize serbestçe giren ithal malları dahilî piyasada rağbet görmüş, bu da ithalâtı teşvik etmiştir.

Elde edilen hibe ve krediler yakın bir gelecekte ihracatımızı artıracak yatırım sahalarında kullanılmadığından, ihracattaki artış temposu, ithalâttakinin çok dûnunda (altında) kalmış ve ticaret bilançomuz muntazaman açık verir duruma düşmüştür.
Bundan dolayı 1952 senesinden itibaren transfer güçlükleri başlamış ve «aryere» adıyla tesmiye edilen (isimlendirilen) gecikmiş ticari borçlar meydana gelmiştir.

Tekevvün eden (oluşan) bu gecikmiş borçların tasfiyelerini temin için 1953 yılından itibaren «aryere» (borç kelimesinin fransızcası) anlaşmaları imzalanmaya başlanılmış ve 1956 senesine kadar, bu nevi birçok anlaşma akdedilmiştir.

İhracatımızın mühim bir kısmının peşinen alacaklılara tahsisi esasına dayanan aryere anlaşmaları, muayyen döviz gelirlerimizin alacaklı memleketler tarafından mahallinde tevkifi (kesilmesi, tutulması) neticesini tevlit etmiş (doğurmuş) ve dolayısıyla tediyemiz açık vermekte devam ettiğinden, bu anlaşmalar borçlarımızın itfasını da temin eyleyememiştir.

Borç tediyesinin ihracat bedellerinden kesinti yapılmak suretiyle icrası yerine, bunun, dış tediye imkânlarımıza uygun, belirli ve yeni esaslara bağlanması ve bu suretle de ihracatımıza, normal şartlar içinde inkişaf imkânlarını sağlamak gerekiyordu.
Bu maksatla Hükümetimiz tarafından, âzası bulunduğumuz Avrupa İktisadi İş Birliği Teşkilâtı nezdinde yapılan teşebbüsler müspet netice verdi ve Teşkilât Konseyi 29 Temmuz 1958 tarihinde aldığı bir kararla, dış borçların tediyesinin, Türkiye'nin tediye imkânları nazarı itibara alınmak suretiyle, muayyen bir devre içine yayılmasını sağlayacak anlaşmalar akdetmek üzere bir konferans akdini âza memleketlere tavsiye etti.

Bu tavsiye üzerine 22 Eylül 1958 tarihinde içtima eden Konferansa Türkiye ile diğer âza memleketlerden İngiltere, Federal Almanya, Fransa, Belçika, Lüksemburg, Holânda, İtalya, İsveç, Danimarka, Portekiz, Norveç, İsviçre ve Avusturya iştirak ettiler.

Bu Konferansa Amerika Birleşik Devletleri de katıldı.
Çalışmalarını 6 Mayıs 1959 tarihinde ikmal eden Konferansta hazırlanan «Türkiye'de mukim şahısların ticari borçlarına müteallik Anlaşma» 11 Mayıs 1959 da, Paris'te, Türkiye ve diğer on üç âza memleket tarafından imzalandı.
Avrupa İktisadi İş Birliği Teşkilâtına âza bulunmayan Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ile mezkûr Anlaşma esaslarının Amerika Birleşik Devletlerinde mukim alacaklılara da tatbikini sağlayacak mahiyette bir mektup teatisi yapacağını Konferansa beyan eyledi...”

*
Neydi her ikisinde de bizi bu kadar millet karşısında borcunu ödeyemez, müflis durumuna düşüren; teknik adıyla moratoryum ilan ettiren “yol” ?
Ekonominin üretememesi, yetersiz ihracat ve frenlenemeyen ithalat; sonra da -ödenmek ne kelime- çevrilemeyecek büyüklüğe ulaşan dış borçlar değil mi?

Yok mu yine aynı tablo karşımızda?
İki kere karşı karşıya geldiğimiz bu tablonun getireceği yer sonunda yine aynı yer değil midir?
Ne dersiniz?
Aklımızı derhal başımıza toplamazsak; belli ki işler yine “yol”unda olacaktır; ama sizce hangi “yol”da?