Öğrenilmiş çaresizlik, öğretilmiş çaresizlik ya da öğretilmiş taraftarlık
Üç aşağı beş yukarı halkımız bu konuda tam ortasından iki kanada ayrıldı.
Bir tarafta, gidişatı beğenip “Çok güzel işler bunlar, ama bize bu kadarı yetmez; biraz daha, biraz daha” diyen “memnun”lar,
Diğer tarafta “Vah Türkiye’m vah” deyip, diğerleri coştukça içi her gün biraz daha kararan “gayrı memnunlar”.
Şu sayılı günler içinde önümüze konacak “sandık” bu iki kanattan hangisinin “biraz daha” ağırlıklı olduğunu iyi kötü belirleyecek ama; sonuç ne çıkarsa çıksın, ortada böyle ikili bir durum var.
Referandum kapsamında gösterilen karşılıklı ikna çabalarına bakılınca, sanki taraflardan biri diğerini kendi yanına çeker ve bu kutuplaşma en azından gevşer diye düşünülebilir değil mi?
Oysa görünen o ki, “ikna” edilecek olanlar sadece “kararsızlar” denen “henüz bu kamplaşmaya katılmamış ama daha çok geçim, korku gibi nedenlerle iki arada bir derede olan” küçük bir kesim.
Yoksa, burada sözünü ettiğimiz kanatlardakilerin kolay kolay birbirlerinin propagandasından etkilenip karşı tarafa “yahu sen de haklıymışsın” demesi pek olası görünmüyor.
Neden bu katılık?
Arada uzlaşılamaz sınıfsal çelişkiler mi var?
Arada etnik farklılıklar mı var?
Dinsel karşıtlıklar mı örneğin?
Olay bu kadar ilerlediğine göre bunların hepsinden bir parça olmalı denebilir ama o da o kadar belirleyici değil.
Baksanıza;
-Yoksullar ve varsıllar çatışması deseniz, varsılı da yoksulu da var her iki kanatta.
-Etnik farklılıklar desek yine değil. Etnisitenin en belirgin olduğu yörelerde bile durum yarı yarıya görünüyor.
-Dinsel karşıtlık desek, “gayrı memnun” kanat, karşısındakilerin inancını reddetmek değil, tam aksine “dininizi siyasete alet ediyorlar” “gelin inancınızı kötüye kullandırmayın, samimi dindar olun” biz size karşı değiliz ki diyor.
-Okumuş-okumamışlık desek? Oda pek değil.
Bazen öyle “okumuşlar(!) görüyoruz ki, zır cahile dediğin adama şapka çıkarttırır.
Sonuç olarak ortada, aslında her iki tarafın da ortak çıkarını ilgilendiren konularda bile, kolayca izah edilemeyen bir büyük ayrışma var.
Hani futbol takımı tutma konusunda da görülür ya:
-“Ben falan takımı tutarım.”
-“Neden?”
-Öyle işte.
-“İyi ama bak senin takım kötüledi, tutulacak tarafı kalmadı, üstelik sürekli yeniliyor; neresini beğeniyorsun?”
-“Olsun, yense de yenilse de benim takımım bu”. "Kesseler kanım böyle akar"
Toplumdaki durum da o.
-“Yahu bak durum ortada, adamlar ekonomiyi batırdı, memleketi kötüye götürüyorlar, üretim durdu, işsizlik arttı, yarın ne olacağı belli değil…”
-“Olsun, ben adamın yürüyüşüne hayranım. Üstelik seninkiler bundan doksan sene önce böyle böyle yapmamışlar mı?…”
Ne diyeceksiniz? Sanki kendini yöneteceklere oy vermiyor da takım tutuyor ya da merasim bölüğüne asker seçiyor.
*
Son zamanlarda çok dile getirildi:
“Öğrenilmiş çaresizlik” ve “Öğretilmiş çaresizlik” diye tanımlar yapılıyor şimdi.
Kısacası şu: Birilerini sürekli şartlandırıyorsunuz; “Şunu yapamazsın”, “şu yasak” “şuna yaklaşamazsın” “bu olmaz” diye…
Bir süre sonra bakıyorsunuz ki, adamlar sürekli kendilerine söylenenlerin etkisiyle artık başka türlü düşünemez hale geliyor ve o etki ya da engel ortadan kalksa bile “olmayan engel”i aşamıyor, kendilerine çare olabilecek şeyleri anlayamıyor, araştıramıyor, akıl edemiyor ve bu öğrendiklerine, daha doğrusu alıştırıldıkları sınırlamalara teslim oluyorlar.
“Öğretilmiş çaresizlik” de, birilerinin birilerine çaresizliklerini ya da bîçareliklerini öğretmeleri ile ortaya çıkan durum.
Yani kendi çıkarına uygun olanı seçememenin kafalara kazınmış olması durumu.
Çaresizliğe teslimiyet.
*
Diyorsunuz ki, “Bak kardeşim sen bugün, senin çıkarına işler yapanı seçmek, beğenmediğinde onu değiştirmek hakkına sahipsin”. “baktın beğenmedin, çaresine bakarsın, değiştirirsin”
“-Olmaz, istemem” diyor.
Çareyi şimdi aramadığı gibi “bundan sonra da aramaktan vazgeçiyorum” “birileri benim yerime karar versin” “ben böyle bir şey yapamam” diyor, "haklarından" vazgeçiyor.
Anlatmaya çalışıyorsun:
“-Bak, yarın asgari ücretini kaldırırlar, kıdem tazminatını kısarlarsa” buna razı mı olacaksın?
-Olsun.
“Bak yarın seni haberin olmadan harbe sokarlarsa, sen buna bir şey demeyecek misin?
-Olsun.
“-Bak sana istemediğin, kaldıramayacağın vergileri koyarlarsa”
-Olsun.
*
Peki ne diyeceğiz bu duruma?
Kendi çıkarını reddedecek kadar akıl-fikir yoksunu mu?
-“Haşa”. Gerektiğinde cin gibi ama bir şekilde böyle koşullandırılmış.
-“İyi de ya bu insanlarımızın yarısına yakını göz göre kendisine yapılan yanlışa ses çıkarmamayı kabul etmiş, ne desen kar etmiyorsa bu toplumsal olay nedir peki?
Bence “öğretilmiş ve öğrenilmiş çaresizliğe” bağlı olarak “öğretilmiş ve öğrenilmiş taraftarlık”
“Batırsa da çıkarsa da, öl desin ölelim…”
Üstelik öyle bir öğrenilmiş ve hala öğretiliyor ki, halkın hemen hemen yarısı “geriye dön, ileriii marş” dendiğinde bile kendisinin ciddi ciddi ilerlediğini sanıyor.
Anlatmaya çalışıyorsun ama aynen Muaviye’nin dişi deve hikayesindeki durum…
Memleketin yüzde kaçıdır mı diyorsunuz?
Eh, net rakamı bu günlerde öğreneceğiz.
Durumdan memnun muyuz?
Üç aşağı beş yukarı halkımız bu konuda tam ortasından iki kanada ayrıldı.
Bir tarafta, gidişatı beğenip “Çok güzel işler bunlar, ama bize bu kadarı yetmez; biraz daha, biraz daha” diyen “memnun”lar,
Diğer tarafta “Vah Türkiye’m vah” deyip, diğerleri coştukça içi her gün biraz daha kararan “gayrı memnunlar”.
Şu sayılı günler içinde önümüze konacak “sandık” bu iki kanattan hangisinin “biraz daha” ağırlıklı olduğunu iyi kötü belirleyecek ama; sonuç ne çıkarsa çıksın, ortada böyle ikili bir durum var.
Referandum kapsamında gösterilen karşılıklı ikna çabalarına bakılınca, sanki taraflardan biri diğerini kendi yanına çeker ve bu kutuplaşma en azından gevşer diye düşünülebilir değil mi?
Oysa görünen o ki, “ikna” edilecek olanlar sadece “kararsızlar” denen “henüz bu kamplaşmaya katılmamış ama daha çok geçim, korku gibi nedenlerle iki arada bir derede olan” küçük bir kesim.
Yoksa, burada sözünü ettiğimiz kanatlardakilerin kolay kolay birbirlerinin propagandasından etkilenip karşı tarafa “yahu sen de haklıymışsın” demesi pek olası görünmüyor.
Neden bu katılık?
Arada uzlaşılamaz sınıfsal çelişkiler mi var?
Arada etnik farklılıklar mı var?
Dinsel karşıtlıklar mı örneğin?
Olay bu kadar ilerlediğine göre bunların hepsinden bir parça olmalı denebilir ama o da o kadar belirleyici değil.
Baksanıza;
-Yoksullar ve varsıllar çatışması deseniz, varsılı da yoksulu da var her iki kanatta.
-Etnik farklılıklar desek yine değil. Etnisitenin en belirgin olduğu yörelerde bile durum yarı yarıya görünüyor.
-Dinsel karşıtlık desek, “gayrı memnun” kanat, karşısındakilerin inancını reddetmek değil, tam aksine “dininizi siyasete alet ediyorlar” “gelin inancınızı kötüye kullandırmayın, samimi dindar olun” biz size karşı değiliz ki diyor.
-Okumuş-okumamışlık desek? Oda pek değil.
Bazen öyle “okumuşlar(!) görüyoruz ki, zır cahile dediğin adama şapka çıkarttırır.
Sonuç olarak ortada, aslında her iki tarafın da ortak çıkarını ilgilendiren konularda bile, kolayca izah edilemeyen bir büyük ayrışma var.
Hani futbol takımı tutma konusunda da görülür ya:
-“Ben falan takımı tutarım.”
-“Neden?”
-Öyle işte.
-“İyi ama bak senin takım kötüledi, tutulacak tarafı kalmadı, üstelik sürekli yeniliyor; neresini beğeniyorsun?”
-“Olsun, yense de yenilse de benim takımım bu”. "Kesseler kanım böyle akar"
Toplumdaki durum da o.
-“Yahu bak durum ortada, adamlar ekonomiyi batırdı, memleketi kötüye götürüyorlar, üretim durdu, işsizlik arttı, yarın ne olacağı belli değil…”
-“Olsun, ben adamın yürüyüşüne hayranım. Üstelik seninkiler bundan doksan sene önce böyle böyle yapmamışlar mı?…”
Ne diyeceksiniz? Sanki kendini yöneteceklere oy vermiyor da takım tutuyor ya da merasim bölüğüne asker seçiyor.
*
Son zamanlarda çok dile getirildi:
“Öğrenilmiş çaresizlik” ve “Öğretilmiş çaresizlik” diye tanımlar yapılıyor şimdi.
Kısacası şu: Birilerini sürekli şartlandırıyorsunuz; “Şunu yapamazsın”, “şu yasak” “şuna yaklaşamazsın” “bu olmaz” diye…
Bir süre sonra bakıyorsunuz ki, adamlar sürekli kendilerine söylenenlerin etkisiyle artık başka türlü düşünemez hale geliyor ve o etki ya da engel ortadan kalksa bile “olmayan engel”i aşamıyor, kendilerine çare olabilecek şeyleri anlayamıyor, araştıramıyor, akıl edemiyor ve bu öğrendiklerine, daha doğrusu alıştırıldıkları sınırlamalara teslim oluyorlar.
“Öğretilmiş çaresizlik” de, birilerinin birilerine çaresizliklerini ya da bîçareliklerini öğretmeleri ile ortaya çıkan durum.
Yani kendi çıkarına uygun olanı seçememenin kafalara kazınmış olması durumu.
Çaresizliğe teslimiyet.
*
Diyorsunuz ki, “Bak kardeşim sen bugün, senin çıkarına işler yapanı seçmek, beğenmediğinde onu değiştirmek hakkına sahipsin”. “baktın beğenmedin, çaresine bakarsın, değiştirirsin”
“-Olmaz, istemem” diyor.
Çareyi şimdi aramadığı gibi “bundan sonra da aramaktan vazgeçiyorum” “birileri benim yerime karar versin” “ben böyle bir şey yapamam” diyor, "haklarından" vazgeçiyor.
Anlatmaya çalışıyorsun:
“-Bak, yarın asgari ücretini kaldırırlar, kıdem tazminatını kısarlarsa” buna razı mı olacaksın?
-Olsun.
“Bak yarın seni haberin olmadan harbe sokarlarsa, sen buna bir şey demeyecek misin?
-Olsun.
“-Bak sana istemediğin, kaldıramayacağın vergileri koyarlarsa”
-Olsun.
*
Peki ne diyeceğiz bu duruma?
Kendi çıkarını reddedecek kadar akıl-fikir yoksunu mu?
-“Haşa”. Gerektiğinde cin gibi ama bir şekilde böyle koşullandırılmış.
-“İyi de ya bu insanlarımızın yarısına yakını göz göre kendisine yapılan yanlışa ses çıkarmamayı kabul etmiş, ne desen kar etmiyorsa bu toplumsal olay nedir peki?
Bence “öğretilmiş ve öğrenilmiş çaresizliğe” bağlı olarak “öğretilmiş ve öğrenilmiş taraftarlık”
“Batırsa da çıkarsa da, öl desin ölelim…”
Üstelik öyle bir öğrenilmiş ve hala öğretiliyor ki, halkın hemen hemen yarısı “geriye dön, ileriii marş” dendiğinde bile kendisinin ciddi ciddi ilerlediğini sanıyor.
Anlatmaya çalışıyorsun ama aynen Muaviye’nin dişi deve hikayesindeki durum…
Memleketin yüzde kaçıdır mı diyorsunuz?
Eh, net rakamı bu günlerde öğreneceğiz.