Ortalama insanımız iyidir hoştur da o siyaset bardağının dolu tarafına bakar ve sorar:
“Bu politikacı bana ne veriyor?”
Belki uzun dönemler düşünüldüğünde çok doğru bir anlayış değil, devlet yönetme anlamında yapılan politikacılık öyle kısa dönemlerde halkı sevindirecek şeylerden çok devleti güçlendirmek, geleceği ve gelecek nesli sağlama almak, olası risklere karşı tedbirli davranmak ama…
Sonuçta “seçim” dediğin çarçabuk geliyor ve o kısa dönemde “siyaset yapmak” halkın o günde sevinmesine , en azından sevinme umudu verilmesine dayanıyorsa “partici”lerin yaptığı da bu.
-İktidardaysa bir şeyler dağıtmak,
-Muhalefetteyse bir şeyler dağıtılacağının umudunu vermek.
Peki, muhalefetteyken de dağıtmakla bir şeyler elde edilemez mi?
Bence bu işe hiç girmemek daha doğru. Çünkü muhalefet kıt imkanlarıyla ne verebilirse versin, o rekabet ortamında suyun başındaki iktidar her zaman daha fazlasını vererek bütün gayreti boşa çıkarabiliyor.
Dolayısıyla muhalefetin yapacağı iş, eldeki imkanları dağıtma yarışına girmektense gelecekte neler yapacağını anlatma gayretine girmek.
Gerçi “Eldeki kuş daldaki kuştan daha iyidir” denir ve daha inandırıcıdır ama akıllıca çalışmalar ve etkili propaganda ile bunun üstesinden gelmeye çalışmaktan başka çare de yok gibi.
O zaman, partiye yakın ya da iktidara uzak olup zaten inanmaya hazır olanları inandırmakta sorun olmaz ama hem zor inananları ikna hem bir gün gelip iktidar olunduğunda zor durumda kalmamak için siyasi iddia sahiplerinin daha şimdiden bu zor sorunun yanıtını vermeleri gerekli.
Dönem kötü, şartlar ağır, beklenti çok, vaadsiz de bir şey olmuyor ama siyaset yarışının bu en zor sorusuna cevap hazırlamak da öyle “boş ver, nasıl olsa bulunur bir çaresi hele o günler bir gelsin” denmeyecek kadar önemli.
Hatta siyasette kimin ya da kimlerin peşine düşülmeli gibi bir başka temel sorunun cevabını bile ortaya koyacak kadar da “hayati”
Evet: “O kadar para nereden bulunacak?”
Gelelim olası cevaplara:
1.Dara düşen her yönetimin aklına ilk gelen çözüm “Gidelim IMF’e, düzeltsin bu ekonomiyi”dir.
Bu denebilir mi?
Denebilir tabii…
Hep denmiştir de. Bunun da birkaç yolu vardır;
- “O zaman öyle demiştik ama şimdi şartlar böyle gerektiriyor, mecburuz” dersiniz,
- “Hayır asla gitmeyeceğiz” diyenleri değiştirir, kabahati başkasına yükler yine devam edersiniz,
Peki bu bir çözüm olur mu?
- Asla olmaz. Çünkü IMF bir ülkenin ekonomisini ve bütçesini, sadece dış ödemelerini düzene koyabilmek için öyle ya da böyle “düzeltir”. Ve geçmiş günlerden de hatırlanacaktır ki IMF bu düzeltme olayında asla kendisini desteğe çağıran ülkenin halkının beklentilerini, umutlarını gerçekleştirmek derdinde değildir.
Her IMF düzenlemesinde birinci uygulama, ithalatı kısmak, ihracatı özendirmek için döviz kurunu yükseltmek, bazı kamu hizmetlerine son vermek, “transfer ödemeleri” denen ve fakir fukaraya ya da birilerine sosyal destekleri kaldırmak, yeni vergiler koymak, asgari ücretleri kısmak, imkânı varsa biraz daha “özelleştirme” yani kamu malı satmaktır.
Bu tablo halkın umudunu ya da halka siyasetçinin halkına verdiği umudu gerçekleştirir mi?
- “Asla”.
2. ”Söz verdik” ya da “zamanında çok iddialı konuştuk, şimdi tersini yapamayız” der işi IMF’siz yürütmeye çalışırsınız.
Bunun birinci versiyonu, ortada IMF kredisi ve desteği olmasa da sanki varmış gibi yapmaktır.
IMF’in geldiğinde sizden isteyeceği hemen her şeyi siz kendiniz yaparsınız ve “bakın kendi imkanlarımızla bu işin altından kalkmaya çalışıyoruz, bize karışan falan yok” dersiniz.
Olur mu?
Eh, daha politik bir yoldur.
Bu durumda halka verecek fazla bir şeyiniz olamaz ama:
-“ha gayret” diye özveriye çağıran kampanyalar yapabilirsiniz.
-Böyle bir tabloda ortada olmasa da aslında her zaman “bir kenarda IMF” vardır.
Zira bizim de imzamız bulunan o IMF sözleşmesinin dördüncü maddesine göre, IMF’ciler, her yıl üye ülkeleri ziyaret ederek, ekonomik ve finansal alandaki gelişmeler konusunda bilgi alır ve her şeyi gözden geçirdikten sonra durumu İcra Direktörleri Kurulu'nda ele alınmak üzere bir rapor hazırlarlar.
Bu rapor, ülkenin “Ekonomik karne”sidir. Ve dışarıdaki sermaye de dış krediler de ülkeye geleceklerse her hal ve karda bu karneye bakarlar.
- “İyi de IMF’e gitmeyeceğiz dedik ama onlar zaten başka bahaneyle de gelecekse ne anladık bir bu işten” denecektir tabii…
Şu anlaşılmalıdır:
- IMF kaynaklı bir krediyi kullanmamışsınızdır.
- Her adım atacağınızda IMF’e sormak zorunda kalmaz ama onlar attığınız her adımı sorup notunu verirler.
- “Akmasa da damlar” diyelim, IMF’ten kredi almasanız da eğer size “iyi” not vermişlerse dışarıdan para alırken daha rahat olursunuz.
- “Peki, ya halkın beklentisi nasıl karşılanacak?” derseniz; E tabii ki IMF’in çizgisinde giderseniz halka bir şey veremezsiniz, Ama yine de bir şeyler verirseniz IMF karneniz kötü olacağınızdan dışarıda zorlanırsınız.
IMF’siz yönetimde ikinci seçenek, IMF’in karnesine bile kulak asmadan ne vaad etmişseniz, neyi nasıl yapmayı düşünüyorsanız öyle yapmanızdır.
Özellikle kısa vadede sıkıntının büyük olacağı açıktır.
Çünkü iktidara gelmenizle birlikte dışarıdan halkın beklentisini karşılayacak gibi paralar gelmeyecektir.
Yani kendi başınıza buyruksunuzdur ama kendi yağınızla kavrulacaksınızdır.
Nasıl peki?
- “Cari açık” dediğimiz içeri-dışarı para dengesinde, özellikle dış politika beceriniz ve ekonomik modelinizin başarısı ölçüsünde sağlanacak inandırıcılıkla kısmen bazı çözümler yaratılacaktır.
Ama “teorik olarak” bu konudaki başarınız ancak çok mükemmel denebilecek ölçülerdeyse, başka önlemlerle birlikte vartayı önce yumuşatabilir sonra atlatabilirsiniz.
- İthalatı kısmak, İhracatı arttırmak, yabancı sermayeyi çağırma, içeriden dışarı kaçanı geri getirebilmek için döviz kurlarınız yükselecektir. Bunun anlamı, hayatın biraz daha pahalılanması ve bazı memnuniyetsizlikler olacaktır kuşkusuz.
- Dış ödemeler konusundaki tedbirler, özellikle ithal girdiyle çalışan sektörlerde sıkıntı yaratacak, bu sektörlerde üretim aksayacak, işten çıkarmalara gidilecektir.
Ancak ithalatta yaşanacak sıkıntı, piyasa ekonomisinin özelliği gereği ithal ikamesi dediğimiz yerli üretimin cazibesini yükseltecektir. Bu durumda “ithalattaki daralmanın sıkıntısı ile ithal mal yerine içerideki üretim arasındaki dengeye göre üretim ve istihdamda ters yönde iki etki karşı karşıya gelecek ve ekonomik gelişmelerin yönünü belirleyecektir.
- Cari açık ve dış dünya ile olan denge böyle yürürken gerek döviz kurundaki yükselme gerekse halkın beklentilerinin “şeklen de olsa karşılanamaya gayret edilmesi dolayısıyla” içeride para arzının genişlemesi ile enflasyon bir ölçüde yükselecektir.
İçerideki paranın bollaştırılması, halkın eline daha fazla kağıt/para geçmesi anlamında “siyaseten” bir kaynak olarak görülebilir. Ancak fiyatlardaki yükseliş dolayısıyla reelde yani gerçekte satın alma gücünde kısa vadede bir yukarı hareket beklemek mümkün değildir.
Aksine, gelir atarken satın alma gücü düşecektir.
- “Peki çok kazanandan çok” vergi alarak, servetleri vergilendirerek ya da yolsuzlukları ve masrafı kısarak bir kaynak sağlanmayacak mı?
-Yabancının gelmediği, içerideki sermayenin önemli ölçüde dışarı kaçmış olduğu bir dönemde sermayenin ve servetin üzerine gidilmesi çok iyi sonuçlar vermeyebilir. Hatırlanırsa bizde sosyal demokrat politikalar sürdürülürken bile “Mali milat” uygulamaları yapılmış ve ne olursa olsun servetlerin sorgusuz sualsiz geri çağrılması denenmiştir.
- Servet vergilendirmeleri kağıt üzerinde cazip gibi görülmesine rağmen uygulamada son derecede sınırlı tahsilat sağlar. Çünkü birikmiş servetin akışkanlığı yoktur, bölünebilirliği sınırlıdır.
Servet vergilendirilecekse, daha çok kazancın olduğu zamanlarda vergilendirilebilir.
Örneğin lüks araba sahibine ciddi bir servet vergisi koyduğunuzda, sahibinin kazancı servetinin vergisini ödemeye yetmiyorsa her seferinde arabasının bir tekerleğini satıp ödeme yapamaz, değerli evinin bir odasını elden çıkaramaz.
Bunun yanı sıra, nakit sermayeye vergi koyarsanız para sistemden yastık altına kaçar bankaları ve arkasından sanayii çökertirsiniz.
- Yolsuzluk ve lüks masrafın önlenmesi tabii ki yönetimlere bir miktar imkân sağlar. Ama bu ciddi bir “ekonomik model”de asla bir “kaynak” olarak değerlendirilemez, Dünyada hiçbir ekonomik model yolsuzluk ve israf önlemek üzerine kurulamaz, kurulsa da ciddiye alınamaz.
Yolsuzluk önleme ve israftan kaçınma bu açıdan “ yönetimde titizlik”tir.
- Peki bütün bunlara rağmen hangi dağıtım? Nasıl bir kaynak?
Bu sorunun cevabını düşünen ve bir süre sonra verecek olanlar şüphesiz bu paylaşım ve dağıtım söylemlerinin sahipleri olmalıdır.
Ancak, olaya siyaseten değil de ekonomi gözüyle ve dışarıdan bakıldığında:
- Türkiye, dünyadaki gelişmelerin de ağırlaştırmasıyla ciddi bir ekonomik sıkıntıya doğru yol almaktadır.
- Bu duruma ne kadar iyimser gözle bakılırsa bakılsın, bu koşullar altındaki ekonominin halkın refahını giderek düşürdüğü ve bu şartlar sürdükçe daha da düşüreceği, ekonomi ile ilgisi olan herkesin fark etmesi gereken bir gerçektir.
Çünkü daralan hiçbir ekonomide halkın refahı yükselmez, milli ekonomi gerilerken milletin ekonomisi ilerlemez.
- Gerçekçi siyaset, anlatabildiği ölçüde halka bu gerçeği ve mutlaka yapılması gerekenleri anlatmak, bu durumu tersine çevirecek modeli hazırlamak olmalıdır.
- Türkiye her şeye rağmen bu sıkıntılı tabloyu önce yumuşatıp sonra tersine çevirebilir. Ancak bunun yolunun asla bir şekilde biraz daha borçlanmak ve “müesses nizamda (yerleşik düzende) icraata devam etmek” değil, yeniden “üreten ve kazanan bir ekonomi” yaratmak olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Türkiye’nin kuruluş yıllarının koşulları şimdikinden çok daha ağır olduğu halde kısa sürede çok şey başarılabilmiştir. Bu yine yapılabilir.
- Halkın mutluluğunun daha çok tüketimle değil; her gün daha güçlü bir ekonomi, yarını daha güvenli bir ülke olması gerektiği konusu üzerine bastırıla bastırıla anlatılmalı, tüketim üzerinden verilecek umutla ilerideki günlerin faturası daha çok yükseltilmemelidir.
- Üreten, kazanan ve kazandığını halkıyla paylaşan bir ekonomi için şu anda tüm dünyada esen ve herkesin kendi ulusal ekonomisini öne çıkaran siyaset rüzgarı iyi değerlendirilmeli, başkalarının pazarı ve kazanç kapısı anlamına gelecek uygulamalar şimdiden gözden geçirilmelidir.
- Dış para sorununu çözebilmek, dış ticaret dengesini lehe çevirmekle; bunu lehe çevirmek ise daha az ithalat, daha çok ihracatla mümkündür. Piyasayı siz şekillendiremiyorsanız, piyasa fiyatları veri ise, daha çok satabilmenin anahtarı üretim maliyetlerinin düşürülmesidir.
Bir ülkedeki üretim maliyeti, en etkili üretim ve dolayısıyla istihdam üzerindeki vergi ve benzeri yüklerin buradan alınarak -her neresiyse- üretim dışı kaynaklara kaydırılması ile; daha sonra da “işçiliğin işçiye maliyeti” kalemlerinden olan tarımsal ve hayvansal gıda üretiminin planlanarak geliştirilmesiyle ve ucuzlatılmasıyla olur.
Örneğin ithal buğdayla ekmeğin fiyatı artarsa işçilik maliyeti de artar, düşerse işçilik maliyeti de düşer.
Büyük şehirlerdeki nüfus birikimi, insanları tarımsal üretimden uzaklaştırdığı gibi şehirlerin ekonomik yüklerini de ağırlaştırmaktadır. Bugün şehre eklenen her bir milyon nüfus, o nüfusun gerektirdiği kadar alt yapı, okul, elektrik, su, gaz, ulaşım masrafı, daha çok akaryakıt, daha çok gıda tedariki ihtiyacı vb. demektir.
Bu göç mutlaka geriye çevrilmelidir.
Tersine göç, bu maliyetleri kaldırdığı gibi, şehirdeki iş gücünün konut maliyetini bile düşürecek olmakla dolaylı da olsa üretim maliyetlerini etkiler. Dolaylı da olsa, bir İşçinin ödediği ev kirası bile önce onun ücretinin düzeyini, sonra üretiminin maliyetini etkileyen bir kalemdir.
Bu krizden çıkış için önce üretim deniyorsa bunun asla piyasa dengelerine bırakılarak değil, doğrudan planlanarak milli ihtiyaçlara göre şekillendirilmesi ve bir ölçüde kamu müdahalesiyle hareketlendirilmesi, yönlendirilmesi gerekir.
Türkiye’nin yıllardır uyguladığı vergileme modeli, üretim ve istihdamı teşvik etmekten çok onun bir vergi toplama ve kamu finansmanı kaynağı olarak görülmüştür.
Ekonomi politikasından yola çıkarak üretilmeyen vergicilik belki bütçeye kaynak sağlar ama ekonomiye zarar verebilir. Krizden çıkma arayışları kapsamında vergicilik de mutlaka olması gereken yere oturtulmalıdır.
Son olarak:
Bizce krizden çıkma niyet ve ihtiyacı olan bir ekonomide bu günden cevabının hazırlanması ve ileride verilmesi “elzem” olan büyük soru; şu anda olmayan bir paranın nasıl paylaşılıp dağıtılacağının konuşulmasından çok, öncelikle bu koşullardaki ekonominin nasıl ayakta tutulabileceği, bunun nasıl finanse edileceği ve ikinci aşamada da giderek güçlenen bir ekonomiye, çocuklarımıza güvenli bir gelecek sağlayabilecek düzene nasıl geçileceği sorusudur.
Önce bunun cevabı düşünülmeli ve söylenmelidir.
Gerisi “siyaseten muhabbet” olur.