Sandık, Şu ‘Kutsal Kâse’

Sandık, Şu ‘Kutsal Kâse’

Genel oy hakkı öyle kolay elde edilmiş bir hak değildir. Uzun mücadelelerin sonunda kazanıldı. Hâlâ bu haktan yoksun olan ülkeler var. Hemen kayda geçirilmesi gereken gerçek ise bu hakkın kazanılmasında basının, aydınların, halkın örgütlenmiş kesimlerinin payıdır. Ya da daha genel bir ifade ile söyleyelim, genel oy hakkı sınıf mücadelelerinin doğrudan bir sonucudur. Tüccarların, burjuvazinin yani sermaye sınıfının genel oy hakkının elde edilmesinde, sınıfsal konumlarına uygun biçimlenmesinde ve uygulanmasında belirleyiciliğini kaydetmekte de yarar var.
Genel oy hakkı, yani sandık, o zamanlardan beri iyi ki vardır ve maalesef kutsaldır! Çünkü farklı sınıflardan oluşan ulusun, milletin, halkın 4-5 yılda bir kere sandığa giderek kendisini yönetecek olanları seçmesindeki
“kutsallık” her türlü tartışma kapısını kapatır oldu.


Başbakan Erdoğan da bu “kutsal kâseyi”, sandığı ustaca savunuyor. Oysa sandığa kimsenin karşı çıktığı yok. İstenen, seçim sisteminin aksaklıklarının düzeltilmesi, örneğin barajın sandığı zedelediğinin, kimi hak ve özgürlüklerin sandıkla ortadan kaldırılamayacağının kabul edilmesi; sınıfların sözcülerinin, halkın ifade özgürlüğünün kürsüsü olabilecek medyanın söz hakkının “milli iradeye”, sandığa bağlanmamasıdır. “Çoğunluktur ne yapsa yeridir” anlayışının sözde değil, pratikte terk edilmesidir istenen.
Başbakan pek güzel söylüyor:
“Elbette medya, üniversiteler, meydanlar demokrasinin olmazsa olmazlarıdır. Ancak tek başına medyanın, sermayenin ülkenin gidişine yön verdiği bir rejime demokrasi denebilir mi? Sesini sadece sandıkla duyuran sessiz kitleyi o zaman nereye koyacaksınız?”
Hepsine tek tek bakmakta yarar var.


Medya: Yazarlar yazamaz oldu, kıyım sürüyor, otosansür yaygın bir hastalık, halkın demokratik tepkisini dile getirdiği olayların medyada yer almasına “penguen sansürü” engel; Başbakan ya da bir hükümet yetkilisi konuştuğu zaman tüm programlar kesiliyor, söz onlara bırakılıyor. El değiştirmeler ve satışlar TMSF eliyle yapılır hale geldi. Medyada muhalif olmak artık cesaret işi.
Sermaye: Sermayenin el değiştirmesinin bir noktaya kadar yapılabileceği, ötesinin olanaksız olduğu ortaya çıkınca, büyük sermayenin desteğinin kazanılmasının farklı yöntemleri yeğlenir oldu. Medyada işi olan sermaye hizaya çekilir ya da alışveriş işleriyle yandaşlaştırılırken, muhalefete yakın olduğu izlenimi uyandıranlara, “sen misin Gezi direnişçilerine kapı açan”, maliye müfettişleri gönderilmeye başlandı. İş o kadar alenileşti ki, düne kadar kongrelerine Meclis’teki muhalefet partilerini de çağıran sermayenin üst ve yaygın kuruluşu TOBB artık onları davet edemez hale geldi.
Üniversiteler: Söz söylemeye gerek var mı? Ya da iki söz söyleyelim: Üniversiteler hızla medreseleşiyor. Öğrenci ile öğretim üyesi arasındaki makas açılıyor. Öğrenci bilim isterken ona TÜBİTAK’çılık dayatılıyor. Ülke sorunları konusunda konuşabilecek yetkinlikteki akademisyenler ise ancak dışarıda ve cesaretleri varsa konuşabiliyorlar.
Meydan: Hangi meydan? Bugün meydana çıkmak da artık cesaret işi haline geldi. Barışçı bir gösteri yapmanın, bir basın açıklaması için Taksim’de toplanmanın bedeli TOMA, biber gazı ve plastik mermidir. Gösterilerin barışçı olmadığı ise koca bir yalandan ibarettir.
Başbakan’ın söylediği ve altını çizdiği
sessiz kitlenin durumu nasıl peki?
Başbakan’ın söylediği gibidir.
Adı üstünde, sessiz, sandığı bekliyor ve merak ediyor;
“Oylarımızın ne kadarı Meclis’e yansıyacak, acaba şimdiden sesimizi çıkarsak daha iyi olmaz mı?”