SOLUN HEGEMONYASINDAN, SAĞIN/DİNİN HEGEMONYASINA: SAĞIN/DİNİN HEGEMONYASINDAN, SOLUN HEGEMONYASINA BENGİ DÖNÜŞ!

Sanki yeniymiş gibi dünyayı hep büyüleyerek ve şaşırtarak ve insanoğlunun doğurganlığına değil de insanların unutkanlığına tanıklık ederek bu kadar çok ahlak ve politika sisteminin birbiri ardına bulunması, unutulması, yeniden keşfedilmesi, kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıkmak üzere, tekrar unutulması inanılır gibi değil.’ Alexis de Tocqueville

SOLUN HEGEMONYASINDAN, SAĞIN/DİNİN HEGEMONYASINA:
SAĞIN/DİNİN HEGEMONYASINDAN, SOLUN HEGEMONYASINA BENGİ DÖNÜŞ!

Bir düzen veya bir sistem içindeki herhangi bir unsurun, diğer başka unsurlara olan üstünlüğü ya da egemenliği anlamına gelen hegemonya kavramı Yunanca ‘lider’ demek olan ‘hegemonia’ sözcüğünden gelir. Özü itibariyle siyasi bir kavram olan hegemonya sözcüğünü Marksist terminolojiye kazandıran İtalyan Marksist Antonia Gramsci’dir. Sendikacı, gazeteci, siyaset felsefecisi olan Gramsci, Marksizmin kaderci ve mekanist yönden saptırılmasına, tarihsel maddeciliğin manevi ve siyasal etkilerle bir yana atılmasına karşı çıkan belki de ilk Marksisttir.

Gramsci’nin Marksist felsefeye olan katkısı sadece bunlarla kalmamıştır. Bu bağlamda, altyapının üstyapıyı belirlediğine ilişkin Marksist ilkeye belli ölçüler içinde karşı çıkan ve dolayısıyla üstyapının ve ideolojinin, siyasal bilinç ile toplumsal yapının biçimlendirilmesindeki etkisini öne çıkaran, Ortodoks Marksizm’e egemen olan bilimsel determinizmi dengelemeye çalışan ilk Marksist de Antonia Gramsci’dir.

Hapishane Defterleri’ isimli kitabında Gramsci, bir üstyapı kurumu olan kültürün, toplumsal ve siyasal alanın biçimlendirilmesindeki hegemonik etkisini şu sözlerle ifade eder: ‘Marksizmin gelişmesi yolundaki son atılımlar, tam tersine, siyasal iktidarın ve bunu ele geçirmenin önemini kuvvetle ortaya koyduğu gibi ekonomik ve siyasal cephelerin zorunlu bir tamamlayıcısı olan kültür cephesinde girişilen savaşı kazanmanın önemini göstermiştir.

Gramsci’nin işaret ettiği ve mutlaka kazanılması gerektiğini söylediği ‘kültür cephesindeki savaş’, Marks ve Engels’in ‘Alman İdeolojisi’ isimli kitaplarında ortaya koydukları, burjuvazinin, yani egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden burjuva ideolojisine karşı kültürel yönden sürdürülmesi gereken savaştır. Zira burjuvazinin hegemonik iktidarını kuran, bu iktidarı kurumsallaştıran, medya, kilise, sendika gibi sivil topluma ait kurumların fikri ve kültürel yönden üstünlükleri ve yaptıkları manipülasyonlardır. Bu kurumlar aracılığıyla sağlanan fikri ve kültürel üstünlüğü ortadan kaldırmanın veya en azından zayıflatmanın yolu, aynı araçları ve kurumları kullanmak suretiyle sosyalist düşünceyi yerleştirmek, yaymak, burjuva ideolojisinin yerine sosyalist ilkeleri, değerleri ikame etmektir. Gramsci’nin söylediği ve savunduğu şeyler tam da bunlardır.

Kültür ve sanatın toplum hayatı ile siyasetin biçimlendirilmesi üzerindeki etkisinin, bu konuda medyanın hegemonik gücünün ayırtında ve dolayısıyla Gramsci’nin tespitlerinin farkında olan, bütün bu konularda ona arka çıkan bir diğer Marksist Herbert Marcuse’dur.

Frankfurt Okulu’nun Theodor Adorno ile birlikte en önemli düşünürlerinden ve yine 68 Hareketi’nin fikri ve ruhani liderlerinden birisi olan Alman asıllı ABD’li düşünür, toplumbilimci ve siyaset felsefecisi Herbert Marcuse, ‘One Dimensional Man/Tek Boyutlu İnsan’, ‘The Aesthetic Dimension/Estetik Boyut’, ‘Eros and Civilization/Eros ve Uygarlık’, ‘Counter Revolution and Revolt/Karşı Devrim ve İsyan’, ‘The Affirmative Character of Culture/Kültürün Olumlu Karakteri’ isimli eserlerinde, bir yandan entelektüel akımları, bu akımların siyasi hayata ve toplumların geleceğine olan etkilerini inceler, diğer yandan her türden sanat eserinin, gerek sanatsal, gerekse siyasal değerini yüceltmek suretiyle, sanatın ve sanat eserlerinin estetik yönünü göz ardı eden Ortodoks Marksist görüşlere karşı tıpkı Gramsci gibi muhalif bir tavır alır.

Bu tavrını, ‘her türlü sanat eserinin estetik biçimiyle esasen siyasal ve devrimci olduğunu’, ‘kaba realizmin kitlelere göstereceği gerçekliğin, devrimci bir gerçeklik olamayacağını’, ‘zaten çarpıtılmış olarak yansıtılan gerçekliğin yeniden çarpıtılmasının Brecht’in tehlikesine işaret ettiği yabancılaştırma etkisi benzeri bir etki yaratacağını’, ‘sanatın yaşamı değil, yaşamın sanatı taklit etmesi gerektiğini’ söyleyerek açıkça ortaya koyar.

Hegel’i ve Freud’u esas alarak Marksist felsefeye yeni yorumlar getiren Marcuse’a göre hiç de totaliter olmayan, aksine gelişmiş, demokratik ve özgürlükçü olan ülkelerde, halkın büyük bir kısmı medya tarafından esir alınmış durumdadır. Öyle oldukları için dinleyici, takip ve taklit edici konumdadır. Bu insanlar, eğlenme biçimleriyle, davranışlarıyla, düşünce tarzlarıyla, giyim ve kuşamlarıyla birbirlerinin hemen hemen aynısıdırlar.

Marcuse’ün çözümlemelerine göre, bütün muhalefet şekillerini ortadan kaldıran gelişmiş sanayi toplumunun yarattığı tek boyutlu bu insan tipolojisinin değişimini ve yine onu bu şekle dönüştüren toplumun devrimci dönüşümünü, özerk bir politik güç karakteri kazanan teknoloji ve otomasyon sağlayacaktır. Zira ‘teknolojik dönüşüm aynı zamanda siyasal dönüşümdür.

Marcuse’ün bu öngörüsü, ‘evrendeki sürekli değişimin etki ve tepkilerinden ortaya çıkan yeni sentezlerden ve yeni sentezlerden ortaya çıkan yeni etki ve tepkilerden oluştuğunu, dünyadaki insan toplumlarının da evrendeki değişim sürecinin dışında olmadığını, yani insan toplumlarının da etki ve tepkilerden ortaya çıkan yeni sentezlerle değiştiğini ve değişeceğini’, yani toplumsal değişimin motorunun teknoloji olduğunu söyleyen Marks’ın görüşleriyle büyük ölçüde örtüşür.

Sol, Gramsci’nin söylediği ve savunduğu yolu takip ederek, kendi dışındaki siyasal görüşlere ve tercihlere olan fikri ve kültürel üstünlüğünü, dünyanın sağ-sol kutuplaşmasının mantıksal düzeninin altüst olduğu 1980’lerin başına kadar, tam olarak olmasa da önemli ölçüde sağlamıştır. Ama Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1990’lı yıllardan sonra sol, o tarihe kadar öyle ya da böyle sahip olduğu entelektüel mevzilerin hemen hemen hepsini kaybetmiştir. Buna bağlı olarak solun, toplum ve bireyler üzerinde hegemonik üstünlüğü giderek azalmış, günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde ise hemen hemen hiç kalmıştır.

Solun bu çöküşünden sonraki arayışlarının hiçbirisi, bu bağlamda Marks’ı masum okumak gerekir diyerek Marksizme yeni bir yorum getiren Louis Althusser; Herbert Marcuse’ün, Theodor Adorno’nun, Max Horkheimer’in fikir babalığını yaptıkları, daha sonra Jurgen Habermas’ın da katıldığı, ekonomi politiğin, Hegelyen felsefenin ve Freudçu psikolojinin bir sentezi olan Frankfurt Okulu; teorisini Anthony Giddens’in oluşturduğu, pratiğini İngiliz İşçi Partisi’nin yürüttüğü Üçüncü Yol; Yeşillerle birlikte gelişip güçlenen Çevrecilik; Feminizm; New Age mistisizmi solun derdine çare olamamıştır.

Gramsci’den, Marcuse’dan, yukarıda kısa bir listesini verdiğim diğer teorilerden ve teorisyenlerden günümüze, en başta Marks’ın, daha sonraları Marcuse’ün çok şeyi değiştireceğine işaret ettiği teknoloji olmak üzere pek çok şey değişmiş, ama toplumlar ve insanlar sola doğru değil, ne yazık ki mikro milliyetçiliğe, muhafazakarlığa, insanla Tanrı arasında bir inanç ilişkisi olan, hiçbir şekilde siyasetin aracı ve malzemesi olmaması gereken dine, dinci partilere doğru evrilmiştir.

Öyle olduğu için günümüzde, soldan geriye birçok duyarlılıktan, birçok deneyimden, serbest piyasacı ekonomik çözümlerden, uluslararası sermayenin küreselleşmesinden, çokuluslu şirketlerden vs.den duyulan rahatsızlıklardan, bunlara karşı slogan düzeyinde ortaya konulan itiraz ve tepkilerden başka pek bir şey ne yazık ki kalmamıştır.

Onun için solun, özellikle Türkiye solunun, bir çıkış yakalayabilmesi, bu çıkışa bağlı olarak bir ivme kazanabilmesi, birey için, toplum için umut olabilmesi için, bir zamanlar sıkıya sıkıya bağlı olduğu büyük teoriden, o büyük teorinin genel hükümlerinden daha çok, yerel durumlar, sorunlar, koşullar ve dinamikler üzerine odaklanmaya, insan davranışları ile tercihlerine ilişkin belli ilkelere dayanan analizler yapmaya, bu analizlere göre insan odaklı politikalar belirlemeye, projeler üretmeye ihtiyacı vardır.

Çünkü artık, bir zamanlar üzerine tezler üretilen, büyük büyük sözler edilen emek, sermaye, bunlardan yola çıkılarak inşa edilen ve çok da fazla işe yaramayan devlet, aile, hukuk, toplum, özne kurumları ile kuramları, bunlara dayanılarak geliştirilen ortodoksi, hem etkisini, hem de iş yapabilme fonksiyonunu yitirmiştir. O nedenle solun, bütün bunları dikkate alarak, kapitalizmin eleştirisi, devletin eleştirisi, milliyetçiliğin eleştirisi başta olmak üzere, yeni bir platform etrafında bir araya gelmesine, sol hamasetten ve sloganlardan kendisini kurtarıp toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük edecek, halkın ihtiyaçlarına cevap verecek somut politikalar, projeler üretmesine ihtiyaç vardır.

Solun bunu yapması hiç kuşkusuz Türkiye için umut veren bir gelişme olacaktır. Esasen sorun da budur, yani ortada solun umut verdiği politikalarının, toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük edecek vizyonunun, bunları gerçekleştirecek kadrolarının olmamasıdır.

Bundan 13 yıl önce siyasetin ve ekonominin bunalımda olduğu bir dönemde, AK Parti, insanları canından bezdiren üç canavarla, yani ‘yolsuzlukla, yoksullukla, yasaklarla’ mücadele etmeyi, bunları ortadan kaldırmayı vaat ettiği, bu konularda halka umut ve güven verdiği için iktidara gelmiştir. Bu umudu devam ettirdiği, pozitif sayılabilecek işler ve hizmetler yaptığı, muhalefet partileri hemen hiçbir konuda halka umut ve güven vermediği için 2007 ve 2011 seçimlerinde halkın desteğini almayı başarmıştır. Ama bugün geldiği aşama itibariyle AK Parti inandırıcılığını yitirmiş, hegemonik gücünü bitirmiş, iktidar olarak tükenmiş durumdadır. Tükenmiştir, çünkü Türkiye’yi tüketmiştir. Yargıyı, hukuku, demokrasiyi, ekonomiyi tüketmiştir. Dini siyaset malzemesi yaptığı, bu bağlamda dini kullandığı, din ve dini inanç konusunda samimi olmadığı için, inanan insanlar nezdinde dindarlığını, bu konuda halka vaat ettiği umudu tüketmiştir. Mücadele etmeyi vaat ettiği yoksulluk almış başını gitmiş durumdadır. Değil yasakları ortadan kaldırmak, başta ifade özgürlüğü, onun bir parçası olan basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma özgürlüğü olmak üzere, diğer bütün hak ve özgürlükler konusunda, kendisi yasaklayıcı bir parti konumuna düşmüştür. Kendisi yolsuzluk bataklığı içinde olmakla, bırakın yolsuzlukla mücadele etmeyi, bu konuda herkesten daha çok ‘himmet dede himmete muhtaç’ durumdadır. Geçmişte hiçbir dönemde olmadığı kadar toplumu kutuplaştırmakla, iç barışı ciddi biçimde tehlikeye sokmuştur. 07 Haziran 2015 seçimlerinden sonra, her ne hikmetse terör alıp başını gitmiştir. Devlet her konuda, ama en başta, en temel görevi olan vatandaşlarının güvenliğini ve yaşama hakkını koruma konusunda acze düşmüştür.

Özetle Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu siyasal, ekonomik ve toplumsal iklim, AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından çok daha kötüdür. Seçime gidilen bu ortamda halk arayış içindedir. Buna göre sol, yani CHP’si ciddi bir alternatif durumundadır. CHP’si çok solda, çok solcu bir parti olduğu için falan değil, sadece ve sadece Bektaşi’nin kendisine hangisi daha iyidir diye sorulan iki testi şaraptan, birincisini tattıktan sonra ikincisi daha iyidir, çünkü bu birincisinden daha kötüsü olamaz demesi gibi, mevcut partiler içinde AK Parti’den daha kötüsü yoktur da onun için.

Son bir söz; Ak Parti’nin hem kendisinin içine düştüğü, hem de Türkiye’yi içine düşürdüğü bu durumun, 01 Kasım 2015 tarihinde yapılacak genel seçimlere, bu seçimlerde halkın tercihine mutlaka bir yansıması olacak, bu bağlamda büyük bir medya gücüne hükmetmesine rağmen hegemonik iktidarını kaybeden AK Parti’nin siyasi iktidarı da sona erecek, halk tam da Tocqueville’in söylediği gibi ‘unuttuğu solu hatırlayacak, yeniden keşfedecektir.‘ Türkiye tam da böyle bir ‘bengi dönüş‘ün eşiğindedir.

Yeter ki sol buna hazır ve hazırlıklı olsun!