Sosyalist olmanın ağır bedeli

YASAL zeminde faaliyet gösteren Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP), Ceylan Önkol adlı bir kız çocuğunun 28 Eylül 2009 tarihinde Bingöl'de bir askeri mühimmatın patlamasıyla ölümü üzerine düzenlenen protesto eylemine katılmaya karar verir. Bunun için bir afiş hazırlanacaktır.

SDP'li Ecevit Piroğlu, telefonda arkadaşı Güleren'den bu eylemde kullanmak üzere bir afiş hazırlamasını ister ve şöyle der:
“Ya ne diycem, sen afiş taslağı yapacaktın. Onu yapabilirsen eğer, tabii ne diycem, çocuklar ölmesin, şeker de yesin, bizim şey var ya sarı kırmızı yeşil lamba, Kürt sorununda demokratik çözüm diye bir şey kullanabilirsin. Kızın fotoğrafını buluruz.”
Piroğlu, daha sonra Devrimci Karargah soruşturmasından gözaltına alındığına polis sorgusunda kendisine yöneltilen sorulardan biri şu olur:
“Çocuklar ölmesin şeker de yesinler derken neyi kastettin?”
Hiroşima'da ölen çocuklar için “Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver/ çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler” dizelerini yazmış olan Nâzım Hikmet, herhalde o an Moskova'daki mezarında ters dönmüştür.
BİR İNANDIRICILIK SORUNU
Bu ayrıntılar Radikal muhabiri İsmail Saymaz'ın dün başlayan ikinci Devrimci Karargah davasıyla ilgili olarak yazdığı “Hanefi Yoldaş/ Gizli Örgüt Nasıl Çökertilir” başlıklı kitabında yer alıyor. Bu davada çoğu SDP yöneticileri olmak üzere 14'ü tutuklu 22 sanık yargılanıyor. SDP yöneticileri, Devrimci Karargah'ın üyesi olmakla suçlanıyor.
Saymaz, kitabında davanın iddianamesini 50 bin sayfa tutan delil dosyalarıyla birlikte değerlendirerek, soruşturmanın perde arkasına ilişkin pek çok önemli ayrıntıyı gün ışığına çıkartıyor. Kitap, özellikle polisin sol örgütleri izlerken nasıl bir bakış ve yöntemle hareket ettiğini gösteren pek çok çarpıcı örnek sunuyor okurlara.
Tabii Saymaz'ın verdiği örnekler, dün başlayan davanın kamuoyu karşısında sahne olduğu inandırıcılık sorununu daha da derinleştiriyor. Bu sorun, hayatları sosyalist mücadele içinde geçmiş bir grup aydının, aktivistin, hayatının önemli bir bölümü sol örgütlerin izini sürmekle geçmiş polis şefi Hanefi Avcı ile birlikte aynı terör örgütünün üyesi olmakla suçlanmasıdır.
Avcı'nın gölgesi bir tarafa çekilip, iddianamenin temel mantığı ve deliller kendi başına incelendiğinde, üzerinde durulması gereken pek çok tartışmalı durumla karşılaşıyoruz.
SOSYALİST ÖRGÜT ERGENEKON'A BAĞLANINCA
Bunların başında Anayasa'nın güvence altına aldığı pek çok demokratik hak ve özgürlüğün, -örneğin bir protestoda bulunmak, mitinge katılmak, bildiri dağıtmak, basın açıklaması yapmak gibi- terör örgütü üyeliği için delil olarak değerlendirilebilmesidir. Örneğin, Ahmet Türk'e yumruk atılmasını protesto etmek için Beyoğlu'nda düzenlenen bir basın açıklamasına katılmak, iddianamede suç oluşturan bir fiil olarak gösterilebiliyor.
Dijital deliller bu iddianamede de karşımıza çıkıyor. İddianamede, SDP yöneticilerini Devrimci Karargah ile ilişkilendiren en önemli delillerden biri, 28 Nisan 2009 tarihinde Bostancı'da evine düzenlenen baskında polisle girdiği çatışmada ölen Devrimci Karargah militanı Orhan Yılmazkaya'nın bilgisayarından çıkan bir yazı. Metin, “SDP'de Olmamızın Anlamı Üzerine” başlığını taşıyor. Sanık avukatları, metnin kimin tarafından hangi amaçla hazırlandığının belli olmadığını, ayrıca içinde suç içeren bir bilgi de bulunmadığını belirtiyor.
Bir bu kadar dikkat çekici olan husus, SDP'nin bir düzlemde PKK'ya, bir başka düzlemde ise Ergenekon'a da bağlanmasıdır. SDP, Ergenekon aleyhtarı eylemlerin çoğunda yer almış bir örgüttür.
SDP-Ergenekon bağlantısı, iddianameye göre, 2001-2006 yılları arasındaki dönemde SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan'ın telefonu ile Ergenekon soruşturmasında ifadesi alınan, ancak sanık yapılmayan gazeteci Merdan Yanardağ'ın telefonu arasında 01.01.2001-22.07.2006 tarihleri arasında (Arama-Aranma-Mesaj alma-Mesaj atma şeklinde) 3 adet görüşme kaydına dayanıyor.
TUTUKLULUĞA DEVAM
Dünkü duruşmada davanın birinci Devrimci Karargah davasıyla birleştirilerek 11 Ağustos tarihine ertelenmesi kararı çıktı. Bu durumda sanıkların geçen eylül ayında başlayan tutukluluk halleri uzun bir süre daha devam edecek.
Vatandaşların yargılama görmeden uzun süre özgürlüklerinden mahrum bırakılmasında Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından mahzurlu bir durum yoktur. Çünkü, Nâzım Hikmet'in çektiği çilelerden bu yana aslında bu cephede değişen fazla bir şey yoktur.