Sözün bittiği yerde yazının ne hükmü olabilir ki?

“Bu günlerin Türkiye’si”nde,  “Sözün bittiği yer” deyişini sıkça duyuyorsunuzdur kuşkusuz.
“Artık daha fazla bir şeyler söylemenin yararı da gereği de yok “ anlamında kullanılır…
Öyle ya; bazen ya karşınızdaki sizin ne dediğinizi umursamaz, ya durum zaten bütün açıklığıyla ortadadır da; onu “anlatmaya” gerek yoktur.
Peki, işte o “söz”ün bittiği yerde “yazı”nın bir hükmü olabilir mi?
Aslında “yazı” dediğimiz de, sözün ağız yerine kaleme sarılan ya da klavyeye dokunan bir “el”den çıkması değil midir?
Belki “yazı”nın “söz”den tek fazlası, hemen kaybolmayıp en azından o sözü edilen günlere kadar kalacak olmasıdır.
*
Bir temel düşünceyi, bir bakış açısını ya da bir siyasi görüşü bıkmadan usanmadan, evirip çevirip en fazla kaç kere dile getirebilirsiniz hiç düşündünüz mü?
Haydi, ”beş”, ”on beş”, “yirmi beş”, “yüz yirmi beş…”
Bunu yapmak, belki denk gelip de onu bir kaç kere üst üste okumak durumunda olanı pek bezdirmez ama yazanı sıkacağı muhakkak.
Sıkılmak, bu kadar çok yazmış olmaktan dolayı mı ?
Hayır, tekrar tekrar yazılmasına rağmen asla ondan değil, beklenen algıyı yaratamamasından.

Haydi bizim gibi haftada bir yazan için neyse de; profesyonelliği yani mesleği ve hayatını buradan kazanıyor olması dolayısıyla hemen her gün “düşündüğünü” yazmak zorunda olanlara ne demeli?
Zor gerçekten.
Artık kabak tadı verse de kabaca bir özetleyelim ve örnekleyelim mi bu “yazanı da söyleyeni de bıktırıcı” konuları?
*
-En bıktıranı her halde şu Anayasa konusu olmuştur.
“Şöyle anayasa”, “böyle anayasa”…
Yahu her güzelin mutlaka bir kusuru bulunur aranınca ama, şimdi tam da uçurumların arasından geçerken bu ülkenin “temel nizamı” yani devletin temel kuralları diye benimsenmiş, yıllar içinde bundan çok çok sakin zamanlarda, partilerin üzerinde mutabık kalarak “bak böylesi tam da istediğimiz şekil” dedikleri şu kadar değişiklik yapılmışken; özellikle “bana göre bu da doğru değil”  diyen ve kendisi beğenmediği zaman “o yeni anayasaya”  istenilen hiç bir hükmün konamayacağı bilinen birilerinin  “gerek görmesi” üzerine anayasayı  “yapmaya kalkmak”, muhalefet tarafından bile “yapılsın tabii buna zaten ihtiyaç var” demek akıllıca bir iş midir?
Siyaset, doğru şeyleri doğru zamanda yapma sanatı ise, başımızda bunca gaile varken şimdi dönüp dolaşıp konuşacağımız “mesele” bu mudur?
Başımızdaki belalar hep bu anayasa yüzünden gelmiş de, her şeyin düzelmesine engel olan “bu siyasi kompozisyon ve koşullarda” sil baştan yapılıp sıfırdan yazılamamış olması mıdır?
*
-Türkiye ekonomisi, önce arap baharı, sonra mülteci göçü, en son da Rus uçağının düşürülmesi dolayısıyla bunlardan her birinden bir kat daha etkilenerek bir dipsiz kuyuya doğru yuvarlanmakta iken,  bu açık seçik gidişe rağmen hala ne iktidardan ne irili ufaklı muhalefet partilerinden hiç birinin derde deva bir arayışa girmemesi; hep seçmene hoş görünecek kıytırık konular üzerinden “çözüm” getiriyor havalarına bürünmeleri  yurttaşın bu günkü beklentilerinin karşılığı mıdır?
Bu üretimsizlik, bu israf, bu dünya piyasalarından geri çekilmeler, bu iç pazarı yabancılara terk ediş, bu istihdamı daha da felç eden mülteciye çalışma izinleri, bu iç göçler; acaba karşılıklı laf yarıştırmalardan fırsat bulup ne zaman memleketin hayat-memat meselesi olarak masaya yatırılabilecektir?
*
-Bu hükümetin hem ekonomik hem siyasi açıdan köşeye sıkışmışlığı dolayısıyla artık belli ki başta Suriyeliler olmak üzere ülkedeki milyonlarca Ortadoğulu sığınmacı, “üzerimize kalmaktadır”.
Ve gayet bellidir ki, nüfusa yapılan böylesi bir “ekleme”nin sonucu,  bu ülkenin sosyal yapısının ciddi bir oranda değişeceğidir.
Belki nüfusu üçer çocuk yaparak arttırmaktansa bir hamlede 3 milyon arttırarak bu işin sonucunu daha kolay görmüş oluyoruz ama bundan sonraki Türkiye mozaiğinde; yani çarşıda, pazarda, mahallede, okullarda, seçimlerde sandık başında karşımızda artık hep bu “yenilenmiş” sosyal yapı olacaktır.
Bu yapı, bizim bütün bir cumhuriyet döneminde ıslah etmeye, çağdaşlaştırmaya çalıştığımız, kendi toplumumuz açısından iyi kötü gerilerde bıraktığımız “orta doğulu” yapısıdır.

Bu yapı yarın kültürüyle, giyimiyle, eğitimiyle, siyasi tercihleriyle Türkiye’nin ortalama insan görüntüsünü etkilemeyecek midir?
Söylenmedi denmesin:
Şimdi ucundan ucundan çalışma hayatına sokmaya başladığımız “sığınmacılar”, bir süre sonra da “vatandaş” olarak, sizinle-bizimle birlikte bu toplumun birer has parçası olacak ve bizimle aynı haklara sahip olarak ülkenin yönetimi için seçimlerde yetki kullanacaktır.
“Bu böyle olsun” dediklerinde iradelerine saygı gösterecek, “aman ne isabet, aynen benim gibi düşünüyorlar”  diyebilecek misiniz?
Endişemiz odur ki, bir kaç sene sonra bu kitle, birilerince  “oy deposu “ olarak düşünülüp memleketin yönetimi konusunda  “söz sahibi” edilirken, onlara bu hakları vaad edecek olan hükümet partisi kadar muhalefet partileri de siyaseten nemalanmaya, onların gönlünü çelmeye, biz sana daha fazlasını veririz demeye başlayacaktır.
Çünkü şimdiki siyaset oyununun pratiği budur.
*
Bu yurdu dillere destan bir kurtuluş savaşı vererek kurtaran, ta o günlerden bu yana nesiller boyu yapılan fedakarlıklarla bu güne ulaştıran kendi yurttaşımızın taşıdığı “vatandaşlık payesi”nin, oy uğruna  yarın kolayca birileri ile paylaşılacak olması, bu günkü siyasetin hangi kanadını mutlu edebilecektir?
Ümmetçi siyasetçileri mi? Yurtseverleri mi?

Göç yollarına bakarak şimdiden altını çizelim ki, sığınmacıların “hedefi” kendi dindaşlarının yanından ziyade, en azından Yunanistan, olursa Almanya ve diğer AB ülkeleri yani bizden “gayrı”larıdır.
Bu istekleri, onları Bodrum sahillerinden kendilerini çoluk çocuk denize atacak derecede duygusaldır..
Bunu önce olaya din kardeşliği açısından bakanlar görmelidir.
Ne var ki, sığınmacıların hayallerindeki o Avrupa, “ Ne Şam’ın şekeri, ne arabın yüzü” deyip hepsini reddetmiş, üçe-beşe bakmayalım,  her neyse parasını verelim bunları orada tutun, kendi aranıza katın demiştir.
Dolayısıyla, eğer bir gün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olacaklarsa, -bizimkiler ne derse desinler- onlar kendilerini “kerhen Türkiye vatandaşı” sayacaklardır.

Sonra gelin, kendi yurdunu bırakıp kaçandan, burayı beğenmeyip Avrupa’yı yurt edinmek isteyenden gerektiğinde bu memlekete yurttaşlık yapacaklar, “mehmetçik” olacak, sınırlarımızı savunacak diye bir şeyler bekleyin.
Yardımseverlik, çaresiz kalana kucak açma tamam ama hepsi bir yere kadar.
“Yurttaşlık” bu kadar kolay alınıp verilecek bir şey sanılmamalıdır. İşler buralara vardırılmamalıdır.
Bu günkü siyaset işte bu işi de şimdiden düşünmeli, anayasadan önce bu meseleleri masaya yatırmalı ve olayların nerelere kadar gidebileceğini görüp çizgisini çekmelidir.
Bu noktada, daha fazla söze ya da yazıya gerek var mı dersiniz?