Tayyip Erdoğan,“Cumhuriyet Sultanı”olmak üzere yola 1994’te İstanbul Belediye Başkanlığı’na Refah Partisi adayı olarak çıkmıştı. İstanbul Belediye Başkanlığı’na bir RP’linin seçilmesine ihtimal veren pek yoktu. Seçim mücadelesinin ANAP adayı İlhan Kesici ile SHP adayı Zülfü Livaneli arasında geçmesi bekleniyordu.
Sonuçta, Tayyip Erdoğan, yüzde 22.4 oy oranı ve 2 milyon oy ile, yüzde 21.8 oran ve 1 milyon 992 bin oy alan İlhan Kesici ile yüzde 19.7 oran ve 1 milyon 800 bin oy alan Zülfü Livaneli’yi geride bırakarak seçimi kazanmıştı.
O günlerde televizyon kanalları adayları, canlı yayınlarda, bir grup gazetecinin karşısına dizerler; gazetecilerin sorularıyla terletilen adaylar İstanbul’a ilişkin projelerini açıklarlardı.
Yerel yönetim konularıyla pek ilgim olmamasına rağmen, rica üzerine, TGRT’de benzer bir açık oturumda yer almıştım. Adayların üçü, İlhan Kesici, Zülfü Livaneli ve Tayyip Erdoğan karşımdaydı. İlk ikisi dostumdu. Erdoğan ile tanışıklığım vardı.
Program tam başlamak üzereyken, stüdyoda tuhaf bir sessizlik oldu. İlhan Kesici, bana takılarak, sessizliği bozmak istedi ve “Çandaroğlu” dedi, “Seçilirsek deden için bir şeyler düşünürüz...”
Osmanlı geçmişine meraklı olan ve benim o geçmişle ilişkimi bilen İlhan Kesici’nin şakalaşmasına ben de şakayla karşılık verdim; “Koskoca sadrazam” dedim, “İstanbul Şehremaneti’nin atıfetine mi kalır?”
Osmanlı döneminde belediye başkanına “şehremini”, belediyeye ise “şehremanet” denilirdi. İlhan Kesici’ye o karşılığı verdiğimde, stüdyodakilerin çoğu, diyalogun hangi konu üzerinde döndüğünü anlayarak gülüştüler.
Zülfü Livaneli de lafa girme ihtiyacı duydu. Zülfü ile hem babalarımız sınıf arkadaşıydı ve yakın dosttu, hem de ikimiz gençlik dönemlerimizden beri öyleydik. Üstelik, o tarihte aynı gazetede köşe yazarı olarak çalışıyorduk. O da şakayı sürdürdü, “Cengiz” dedi, “Eğer İlhan bey seçilirse, deden için iade-i itibar istersin artık...”
Üzerinde şakalaşılan konu, Fatih’in Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı İstanbul’un Fethi’nden (1453) sonra idam ettirmiş olmasıydı. İdam nedenini, saygın tarihçiler geçerli bulmasa da Bizans’tan rüşvet aldığı iddiasına bağlayan tarihçiler vardır.
Zülfü Livaneli de “Çandarlı Halil Paşa sohbeti”ne dahil olunca, “Bakın” dedim, “Burada ilk kez açıklıyorum. Benim Çandarlı Halil Paşa’nın torunu olduğuma dair yerleşik bir kanı var. Bu doğru değil. Benim soyağacım Halil Paşa’dan değil, onun kardeşi Mahmut Çelebi’den iniyor. Yani Çandarlı Halil Paşa, benim dedem değil; olsa olsa büyük-büyük amcam oluyor...”
Ve, devam ettim: “Ancak, büyük-büyükbabam, doğrudan dedem Mahmut Çelebi’nin bir özelliği var: Padişah II. Murat’ın kızkardeşi Hafsa Hatun ile evli. Yani, büyük-büyük babaannem Hafsa Hatun, Fatih’in halası. Bu durumda, Fatih Sultan Mehmet ne oluyor? Bizim ‘yeğen’ oluyor. Dolayısıyla, bu konu bizim yeğen ile büyük-büyük amcamız arasında bir ‘aile içi’ meseledir. Bu nedenle, bu konuyu uluorta heryerde konuşmayız!”
Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Çandarlı Vezir Ailesi” adlı 1974 Türk Tarihi Kurumu yayını olan kitabında Mahmut Çelebi’nin Macarlara esir düştükten sonra, serbest bırakılmasının 1444 Edirne Muahedesi maddelerinden biri olduğunu yazar:
“Muâhede hükmüne göre Pâdişah’ın kız kardeşi Hafsa Sultan’ın kocası olup muharebede esir düşmüş olan Bolu Sancak Beyi Çandarlı-zâde Mahmud Çelebi –ki Vezir-i Âzam Halil Paşa’nın kardeşi idi- yetmiş bin altın fidye-i necât (kurtuluş bedeli) verilerek serbest bırakılacaktı.”
“Osmanlı padişahının torunu” olduğumu ifade eden bu “kökenime dair bu derin bilgim” üzerine, Kesici ve Livaneli güldüler. Bu konuşmaları, o ana kadar, ilgisiz nazarlarla dinlemekte olan Tayyip Erdoğan, gayet ciddi bir yüz ifadesiyle atıldı; “Anlamadım efendim” diye müdahale etti, “Fatih Sultan Muhammed Han neyiniz oluyor?”
Cevabım kestirme oldu: “Bizim yeğen olur efendim!”
Aradan birkaç ay geçti, Bursa’da tarihi mekânları dolaşırken, bana gençliğinde defalarca uğramış olduğu “Yeşil Türbe”yi de ziyaret etmemi öneren karıma, “Tabii, mutlaka gitmeliyiz” dedim; “Büyükdedemin ve babaannemin makamını ziyaret etmiş oluruz.”
Yüzüme garip nazarlarla baktı, bir gün önce İznik’te kendisinin de yakından tanımış olduğu babamın annesi olan babaannemin mezarını ziyaret ettiğimizi hatırlatarak, “Nereden çıktı şimdi Yeşil Türbe’de babaannen? Sen Çandarlı’sın. Yeşil Türbe, Osmanlı Padişahı Çelebi Sultan Mehmet’in türbesi” diyecek oldu.
“Soyağacımın geldiği Mahmut Çelebi’nin karısı Hafsa Hatun, Çelebi Sultan Mehmet’in kızı. Yani,Fatih’in dedesinin kızı, babasının kız kardeşi, halası. Bu durumda, beşinci Osmanlı Padişahı Çelebi Sultan Mehmet de büyük dedem olmuş oluyor. İlk dönem Osmanlı padişahlarının kızları, babalarının türbesinde ayak ucunda yatarlar...”
Yeşil Türbe’ye girdik. Mekke’de Hac’da vefat eden Hafsa Hatun’un ya kabri, ya makamı, babası Çelebi Sultan Mehmet’in ayak ucundaydı. “İşte büyük babaannem” dedim. Sabrının sınırlarını zorladığı belli olan karıma ayrıntılı bir açıklama sunmam gerektiğini düşündüm:
“Çandarlılar, baba tarafımın bir tarafı. Tek hücreliler gibi bölünerek sürmediler ya. Baba tarafımın kadın tarafı Osmanlı’dır.”
AKP’nin tetikçileri, bir dönemden beri özellikle sosyal medya üzerinden, benim “hainliğim”i Çandarlı Halil Paşa’ya bağlayan birer “genetik otoritesi” kesilmiş haldeler. Bunlardan biri, Çandarlı Halil Paşa’ya gönderme yaparak bende“ihanet geni” olduğunu bile yazabildi.
Soyağacıma baktım, Mahmut Çelebi’den bana kadar geçen 500 yıl içinde 17 kişi var. Karıları hariç. Anne tarafım da hariç.
Varsayalım ki “dedem” sandıkları “büyük-büyük amcam” Halil Paşa, “hain”di; peki o “gen” nasıl oluyor da, hiçbir“mutasyon”a uğramadan 500 yıl sonra, bana kadar “gen aktaran” 70’e yakın kişinin DNA’sını adeta iptal ederek, bana“intikal” ediyor?
AKP “genetik uzmanları”, bu “ihanet iddiası”nı yayarken, Fatih Sultan Mehmet ile ilişkimi bilmiyorlar. Fatih’le “ortak dedemiz” bulunduğunu ve Fatih’in “bizim yeğen” olduğunu bilirlerse, bu defa “kişilik katli” için nasıl bir kulp bulmaya kalkarlar diye merak ettim.
Bunun ipucunu da, Ord. Prof. Uzunçarşılı’nın kitabını bir kez daha karıştırırken buldum.
Uzunçarşılı, ailemizin atası olan ve hem Halil Paşa’nın hem de Mahmut Çelebi’nin dedesi, Çandarlı Hayreddin Paşa (Çandarlı Kara Halil) hakkında “Hammer tarihi”nden bir alıntı yapmış. Cemil Meriç’in “Marx, Osmanlı’yı ondan öğrendi” nitelemesini yaptığı Avusturyalı Joseph von Hammer, 1837’de yayımlanan eseri “Günümüze Kadar Osmanlı İmpatorluğu Tarihi”nin ilk cildinde “Hayreddin Paşa hakkında şu kaydı” düşmüş:
“Hatırlardadır ki Çandarlı Kara Halil yeniçerilik müessesesinin ve kara ordularının mucididir.”
AKP’li “genetik uzmanları”nın bu bilgiye vakıf olmamasından ötürü rahatladım. Aksi halde, bende keşfettikleri“ihanet geni”ni geriye sardırırak, tüm “askeri darbeler”den de beni sorumlu tutabilirlerdi.
Ve işte o zaman “darbecilik” ithamını asla silemezdim.
“Fatih Sultan Muhammed Han”ın “bizim yeğen” olması da durumu kurtaramayabilirdi.