BEYHAN GÜLER
Yargıç
Gerçeklik için hukukun adaletle buluşmasından korkmamak, aksine evrensel ilkeler ile olan bağlantısını daha da güçlendirerek buradan, sağlıklı bir şekilde beslenmesini temin etmek gerekir.
Hukuk, kurumlar arası konumu gereği, toplumu tümüyle etkileyen sorunları ancak kural koyucuların bireysel ve sosyal dinamiklerden oluşmuş düşünce dünyalarından süzerek var ettikleri normlar bütünü içinde algılar ve çözüm getirmeye çalışır. Fakat hukuksal metinlerin yapımında etken olan sebep, güdü ve siyasal düşünüş biçiminin, sert bir yapıya sahip olması, hukuk adına sorunların yeniden anlamlandırılmasını ve doğru bir düzlemde tartışılmasını engeller.
Üstün hukukun evrensel ilkelerine uzak duran hukuksal yapı, toplumsal sorunların önce üzerini örter. Daha sonra toplumu, örtünün altında kalan her şeyin kendi egemenliğinde çözüme kavuşacağına inandırmak üzere farklı bir mekanizma yaratır.
Tam da burada, yüzyıllar önce birbirleri ile bağlantısı ortaya konulan hukuk- ahlak ve siyaset-ahlak ilişkisinin anımsanması gerekmektedir.
Ahlak ile hukuk ilişkisi
Yazılı olmasa da ahlak kuralları, hukuk kurallarının önceli olmakla, bu kuralların oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Toplumsal koşullara ve çağa göre değişkenlik gösterse de iyi-kötü, doğru-yanlış ve gerçek-gerçek olmayan çekişmesine kaynaklık etmiştir. Özgürlükçü ve akılcı ahlak anlayışının geliştirildiği dönemde ahlakın ve ahlaksal değerlerin, aklın ilkeleri üzerine temellendirilmiş, koşulsuz buyruklara dayalı, evrensel yasaya uyarlı olması gerekliliği savunulmuştur. Kant, bu dönemde “Öyle davranmalıyım ki seçimim bir evrensel yasa olsun” diyerek ahlak düşüncesinde çığır açmışsa da bütünsellik kavranarak bakıldığında, siyasetin/devletin ahlak üzerinde belirleyici olduğu, ekonomik ve toplumsal ilişkilerin ahlaksal değerleri dönüştürücü bir etkiye sahip olduğu kısa bir süre sonra ahlak düşüncesine eklenmiştir. Giderek üretim ilişkilerini ve paylaşımı belirleyen siyaset/otorite, davranış biçim ve değerlerini de yeniden tanımlamıştır.
Oluşan kirlenme, süreç içinde bastırma ve gizlemenin de ötesinde olguların, modern kitlesel propaganda teknikleri ile aslının bozulması sonucu dokunulmazlık kazanan “modern yalan”ı dünyaya getirmiştir. Derrida, bu bozulmaya ve sonuçlarına “Devlet her yalan söylediğinde, evrensel aklı ve genel iradeyi değil, sınırlı bir çıkar grubunu temsil ediyor, bir sosyal gruba karşı diğerini savunuyor demektir” sözleriyle işaret etmişti.
Gizleme, bastırma ve yalan döngüsü içinde üretilen hukuksal kalıplar bütünü de siyaset-ekonomi ilişkisine ait böyle bir anlayışın eseri olmuştur. Dolayısıyla bu hukuksal yapı, tercih ettiği denetim araçlarını bünyesinde barındırsa da üstün hukuk ile arasına koyduğu mesafeyi koruması nedeniyle genlerinden getirdiği bozuk yapıyı onaracak gerçek anlamda bir mekanizmaya sahip olamamıştır.
Algı sorunu yaratıldı
Yalanın temellendirdiği bu yapay düzlemde, görünürde hukuksal düzenin ve bu yapı içerisindeki aktörlerin gerçekliğe uygun görev yapabilme yeteneği bulunmadığından, bireysel ve toplumsal yargılar açısından idealize edilebilecek fazla bir şey kalmamış, ahlak için bitkisel hayat başlamıştır.
Toplumu sarsan gerçek problemlerin önce üzerlerinin örtülmesi, eylemsizlikle örtünün altında mayalanan problemlerin bu kez de aslının bozulmasını, kitlelerin olay ve olguları, doğru algılayamamalarına hatta unutmalarına yol açmıştır. Böylesi bir ortamda siyaset / otorite, her türden eleştiriyi reddetme tepkesini göstermiş, bu da sorunların kökleri ile doğru bağlantının kurulmasını önlediği gibi ahlak ile hukuk arasındaki irtibatı tamamen keserek yalanın büyümesine neden olmuştur.
Adaletten korkmamalı
Oysa sorunlar üzerindeki sisi dağıtıp yalan ile gerçeği birbirinden ayırt edebilme fırsatını, sadece evrensel değerlere üstünlük tanınmış bir hukuksal düzende yakalamak mümkündür. Zira böyle bir sistemde hak ve özgürlükler tam güvencede olacağı gibi, şeffaflığın doğuracağı etki ve sonuçlar yoluyla kısırdöngüde oluşan hukuk kalıplarının doğuştan getirdikleri sakatlıkları gidermek olanaklı hale gelecektir.
Ancak öncelikle toplumun var gücüyle, siyaset/otorite tarafından kesilen ahlak-hukuk irtibatının yeniden tesisi için uğraş vermesi, hukuksal yapı içerisindeki aktörlerin ise ahlaki ödevlerini anımsamakta gecikmemesi gerekir. Siyasi hedef ve idealler uğruna evrensel değerlerden verilecek her ödünün, hukuku aşındırarak hiçleştirdiği akılda tutulmalıdır.
Bu nedenle, gerçeklik için hukukun adaletle buluşmasından korkmamak, aksine, evrensel ilkeler ile olan bağlantısını daha da güçlendirerek buradan, sağlıklı bir şekilde beslenmesini temin etmek gerekir. Bu yönde atılacak her adım, iletişim kanallarını açmaya hizmet edeceği gibi koşulsuz konuşabilme kültürüne de katkı sağlayacaktır. Vicdanlar soluk alıp verirken, gerçeklerle yüzleşmek adına yaratılacak her fırsat değerlendirilmelidir. Unutulmamalıdır ki erdem, sosyal değerler ve moral kurallarına dayalı önemli bir ahlak projesi olan demokrasiye, yeşerme ve kendini var etme şansı tanınmazsa, hukukun, geçmişe, bugüne ve geleceğe dair beklentileri de boşa çıkacaktır.