İstanbul Barosu

Mehmet Durakoğlu: Ben soldan gelen bir adamım

Mehmet Durakoğlu: Ben soldan gelen bir adamım

Filiz Gazi  fgazi@gazeteduvar.com.tr

İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu, siyasal iktidarın yargıyı kendi stratejileri için kullanmasının bir sonucunun “çocuk hakimler” gibi pek çok yetersiz kitlenin yargının içine dahil edilmiş olması olduğunu söylüyor. Durakoğlu “Yargı bağımsızlığı onurlu yaşamak demektir. İnsanın alnı ak, başı dik dolaşabilmesidir. Yargı bağımsızlığı, saat 06:00’da kapı çaldığında gelenin sütçü olması demektir” diyor.

DUVAR – İş cinayetlerine karşı mücadele, kolluk kuvvetlerine karşı mücadele, çevre katliamlarına karşı mücadele, adliye önlerindeki adalet nöbetleri… Avukatlar bir aktivist gibi sokakta. Bu normal bir şey mi? Siyasal rejimle yargı niçin birlikte hareket etme ihtiyacı duyuyor? Eğer bu olgusal bir zorunluluktan doğuyorsa siyaset kurumu ile hukuk arasındaki ilişki nasıl kurulmalı?

Foucault’dan Carl Schmitt’e kadar hukukun sonsuz bir iktidar alanı olduğu biliniyor. Hukukun kullanışa açık bu yönüne karşı ne yapılabilir? Vatandaşın hukukla ilişkisi nasıl? Şimdilerde “Hukuk mücadalemizi vereceğiz” diye bir cümlenin hükmü kaldı mı?

İstanbul Barosu Başkanı Avukat Mehmet Durakoğlu’yla konuştuk.

İş cinayetlerine karşı mücadele, kolluk kuvvetlerine karşı mücadele, çevre katliamlarına karşı mücadele, adliye önlerindeki adalet nöbetleri… Avukatlar bir aktivist gibi sokakta. Bu normal bir şey mi?

Gayet normal bir tablo. Türkiye’de yargı hiç olmadığı kadar ciddi bir kriz yaşıyor. Bu krizin ciddiye alınması gereken sonuçları var. Özellikle 2016’dan sonra yani darbe girişiminin başlamasından hemen sonraki süreç yargının tahribat görmesine neden oldu. Düşünün, 18 bin civarında yargıç ve savcının üçte biri meslekten atıldı. Dörtte biri de hapse atıldı. Aynı dönem İstinaf Mahkemeleri kuruldu. Özellikle yerel mahkemelerde ciddi boşluklar oluştu. Süratle bu boşlukların doldurulması aşamasına girildiğinde Adalet Bakanlığı’nın bir yargı örgütlenmesi modeli ile hareket ettiğine tanık olduk. Yani bir iş birliği yapılması, liyakat sisteminin tercih edilmesi yerine siyasi iktidar kendine yandaş bildiği kesimi tercih etti. 1,5 yıllık zaman diliminde yazılı sınavdan 70 alma zorunluluğu dahi ortadan kaldırıldı. Ben çok iyi hatırlıyorum. Yazılıdan 80- 90 almış olanlar tercih edilmedi ama buna karşın 54 alanlar mesleğe kabul edildi. Yani gerekirse isim de söyleyebilirim.

‘TÜRKİYE’DE YARGI SADECE YARGIDAN İBARET DEĞİLDİR’

Çok genç hakimlerin, savcıların olması bunlardan dolayı mı?

Evet. Bu sistem bizim bir anlamda “çocuk hakimler” dediğimiz pek çok yetmezlikleri barındıran bir kitlenin sistem içerisine girmesine neden oldu. Bu tercihin neden yapıldığını düşündüğünüz zaman başka bir gerçeklikle karşılaşıyorsunuz. Özellikle siyasal davalarda adil yargılama hakkının ortadan kalktığı ve çok ciddi biçimde yürütmenin yargı üzerinde baskı oluşturduğunu görüyorsunuz. Yani mesela tıpkı Ergenekon ve Balyoz davalarında gördüğünüz gibi sistem kendi içerisinde yargıyı kullanmak suretiyle siyaset biçimlendiriyordu. Ergenekon ve Balyoz davaları Türkiye’de pek çok şeyi değiştirdi. Bir süre sonra kumpas olduğu ortaya çıktı. Bütün haklar iade edilmiş gibi görünüyor olsa bile o dönem içerisinde özellikle bu davaların açılması nedeniyle silahlı kuvvetlerde çok ciddi değişiklikler meydana geldi. Yargılananlardan geri dönüş söz konusu olmadı veya çok az oldu.

Neye sebep oldu bu?

Silahlı kuvvetlerdeki bu değişiklik Ortadoğu’daki siyasetten tutun sonunda bizi darbe girişimine kadar getirdi. Anlatmaya çalıştığım şu ki; Türkiye’de yargı sadece yargıdan ibaret değildir.

‘ERGENEKON, BALYOZ, CUMHURİYET, SÖZCÜ VE GEZİ DAVASI DOĞRU OKUNMALIDIR’

Siyasal rejimle yargı hep bu şekil birlikte mi gitti?

Evet. Sıkıntı bu. Siyasal iktidar yargıyı kendi projelerinin kendi stratejilerinin uygulama alanı haline dönüştürdü. Bunu ilk önce kumpas davalarında gördük. Bir süre sonra da mesela Cumhuriyet ve Sözcü’ye açılan davalarda gördük. Bu davalar Türkiye’de ifade özgürlüğünün hangi noktada bulunacağına, basın özgürlüğünün nerede duracağına ilişkin davalardır. Bu davaların olumlu sonuçlanmış olması bize hakların iade edildiği şeklinde bir sonuç vermemelidir. Cumhuriyet, Sözcü davası açıldığı zaman Türkiye’de bir merkez medya vardı. Şimdi yok. Köşe yazarları nispeten istedikleri gibi yazabiliyorlardı. Şimdi yazamıyorlar. Şimdi belki ne baskı ne tehdit var ama bütün köşe yazarlarında bir otokontrol var. Bunun nedeni siyasi iktidarın bu davalarda ifade özgürlüğünü götürmeye düşündüğü yerdir.

Her birinin geleceğe dönük maksatlı açılmış davalar olduğunu söylüyorsunuz?

Evet. Benzer bir olayı şimdi Gezi davasında da yaşıyoruz. Gezi davası basit bir şekilde sadece Gezi olayları neticesinde açılmış bir dava değildir. Zaman içerisinde göreceğiz ki, toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ilgili olarak çok ciddi hak kayıplarına neden olacak bir noktaya gelindiğine tanık olacağız. Bir başka deyişle herhangi legal toplantı, protestoya katılmak isteyen insanlar bu davaları gözeterek başlarına neyin gelebileceğini görecekler. Bu davalar gözdağına dönüşmeye başladı. Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı bir atmosfer içindeyiz. Bütün bu atmosfer içinde bir de 2017 referandumuyla birlikte bence adına rejim değişikliği denilmesi gereken bir sistem değişikliği söz konusu oldu. Bu süreçten sonra daha net bir tablo ortaya çıkmaya başladı.

O tabloda görünen nedir?

O net tablo kuvvetler ayrılığının ortadan kalktığı gerçeğini bize göstermeye başladı. Yürütme yargı üzerinde ciddi bir baskı kurdu. Zaten bir baskı vardı. Anlatmaya çalıştığım olaylar 2017’den önceki olaylar. Adil yargılanma ilkesinin ciddi şekilde ihlal edildiğine tanık olmuştuk. Bir OHAL yaşamıştık. OHAL nedeniyle çıkan kanun üstündeki kararnameler bu ülkede özellikle de yargı alanında çok ciddi sonuçlar ifade etmişti. Bütün bunların üzerine aslında belkide yaşanan o sistemi meşrulaştıran sistem değişikliği geldi. Bunun sonucunda yürütmenin yargı üzerindeki baskısından söz etmeye başladık. Geldiğimiz noktada hiç kuşku yok ki bu ülkenin baroları ayağa kalktılar. Çünkü Türkiye’de bir hukuk devletinden söz edebilmemiz artık söz konusu değildi.

‘BAROLARIN KONUMU BAŞKA MESLEK ODALARINA BENZEMEZ’

“Hukuk mücadelemizi vereceğiz” diye bir cümlenin hükmü kaldı mı? Kalmadı gibi…

Kimin için? (Durakoğlu soruyor)

Avukatlar için.

Asla söz konusu değil. Biz hukuk mücadelesi veriyoruz, vermeye devam edeceğiz. “Adalet Nöbetleri” dediğiniz şey bu tabloya karşı verilen mücadelenin adıdır. Biz bu nöbetlere neredeyse 90 hafta evvel Cumhuriyet gazetesinde tutuklanan üç avukat için yapmıştık. Öyle başlamıştık ama bir türlü sonlandıramadık. Şimdi şehir şehir dolaşmaya başladı. 24’ünde de Artvin’de yapılacak. Avukat boyun eğen, razı olan bir tanımlama değildir. İtiraz mesleği yapıyoruz. Bütün bu anlatmaya çalıştığım olumsuzluklara rağmen olanları kabul edecek konumda değiliz.

Baroların Adalet Nöbeti eylemi en son Artvin’de yapıldı.

Avukatların yargı içindeki rollerinin kalıp kalmadığını kast etmiştim.

Tabii ki de var ve rolümüzü kaybetmemek amacıyla yaptığımız bir savaş bu. Bu anlamda bir geri gidiş söz konusu mudur? Evet. Özellikle savunma hakkında çok ciddi geri gidişler söz konusu. OHAL süresi boyunca çıkan her bir kararname her sabah elimizden bir şeyi geri aldı. Biz onları kazanmak için çok ciddi mücadeleler vermiştik. Yeniden kazanmak için mücadeleyi sürdürmeye devam edeceğiz. Bakın, bir şeyin bütün toplum tarafından bilinmesi gerekiyor. Türkiye’de çok fazla demokratik kitle örgütü, meslek örgütleri var. Bu meslek örgütlerinin gerçekten çok ciddi katkıları var ama baroların konumu diğer meslek odalarının konumuna benzemez. Avukatlık Kanunu’nun 76. ve 95. maddeleri bize hukuk devletini korumak, hukukun üstünlüğünü gözetmek ve insan hakları ihlallerine karşı çıkmak gibi görev yüklüyor. Bakın, yasa görev yüklüyor. Dolayısıyla kimse sessiz kalmamızı beklememelidir. Dolayısıyla mücadele etmemiz görevimiz dışında bir şey yapmak değil tam aksine görevimizi yerine getirmek anlamına geliyor.

‘İDEALİZE EDİLMİŞ DEĞERLERİ SİYASETE EMPOZE ETMELİYİZ’

Foucault’dan Carl Schmitt’e kadar hukukun sonsuz bir iktidar alanı olduğu da biliniyor. Size Foucault’nun cümlesini okuyorum. “Hukuksal yapı, krallık iktidarının talebi üzerine ve yine onun yararına, ona araç olarak ya da onu aklamak için geliştirilmiştir.” İdeal olanı anlattınız. Hukukun bu yönünü siz nasıl görüyorsunuz?

Şimdi bakın biz Montesquieu’dan beri biliriz. Siyasal iktidarlar kendilerini hukukla sınırlamak istemezler. Kuvvetler ayrılığı dediğimiz şeyin kuramcısı Montesquieu’dur. Oradan başlamıştır. Bir yerde siyaset kurumu vardır. Diğer tarafta idealize edilmiş değerler vardır ve hukukla bezenmiştir. Bunları ne kadar birbirine yaklaştırırsak o kadar iyi. Bizim görevimiz budur. Yaklaştırabilmek adına yaptıklarımıza bazen siyaset derler. “Siz çok siyasete karışıyorsunuz, çok siyaset yapıyorsunuz” denilir. Eğer hukuku gözetmek, insan haklarına sahip çıkmak kanunla size verilmişse bu görevi yerine getirmeniz gerekiyor. Dolayısıyla bizim hukuku bu çerçeve içerisinde, idealize edilmiş değerler olarak ifade etmemiz gerekiyor. Etmeliyiz ki, siyaseti ona da yaklaştıralım. Bunun özü itibariyle asıl siyasal iktidarlar için güvence olduğunu anlatabilmemiz gerekiyor. İktidarlar sürekli var olmazlar. Demokrasi dediğiniz böyle bir şey. Bir demokrasiden söz etmiyorsanız hukuk gerçekten de söylendiği gibi bu olabilir. Mutlak güce sahip olan için onun uygulaması haline dönüşebilir ama demokrasiden söz ediyorsanız bu olamaz. O yüzden biz idealize edilmiş değerlerden söz etmeliyiz ve bu idealize edilmiş değerleri de sürekli olarak siyaset kurumuna empoze etmeliyiz.

‘ÜLKEMİZDE YURTTAŞLAR AŞ İSTİYOR, İŞ İSTİYOR AMA ADALET İSTEMİYOR’

Röportaja gelmeden kimi avukat arkadaşlardan size sormak üzere sorularını istedim. Örneğin avukat Akçay Taşçı soruyor: “Bizim vatandaşımızın hukukla ilişkisi nasıldır? Ülkedeki hukuksuzluk genel olarak iktidarın işlerinden mi çıkar yoksa ortalama vatandaşın hukukla olan ilişkisi iktidara mı yansır?”

Bu alan gerçekten bizim için de baro için de önemli bir alan. Bu alanda çok ciddi eksikliklerimiz var. Bizde yurttaşlar siyasal iktidara talip olan partilerden adalet istemiyorlar. Bertolt Brecht “Bilin: Halkın ekmeğidir adalet” der. “Ekmek her gün nasıl gerekliyse, Adalet de gerekli her gün…” Bizim ülkemizde yurttaşlar aş istiyor, iş istiyor ama adalet istemiyorlar. Bu çok ciddi bir sorun gerçekten.

Adalet niye istenmiyor? Sebebi ne olabilir?

Belki ekmekten, işten sıra gelmiyor. Bu siyasetçilerin konusu ama geldiğimiz nokta itibariyle baktığınızda bu eksikliği yaşıyoruz biz. Yargı bağımsızlığı kavramı da bizim için çok önemli bir kavram olmasına rağmen toplum için çok önemli bir kavram değilmiş gibi gözüküyor. Yani hakimin, avukatın, savcının sorunu gibi değerlendiriliyor. Yargı bağımsızlığı onurlu yaşamak demektir. İnsanın alnı ak, başı dik dolaşabilmesidir. Yargı bağımsızlığı, sabah saat 06:00’da kapı çaldığında gelenin sütçü olması demektir. Bu duyarlılıkları taşımadığımız bir toplum olduğumuz doğrudur. Toplumun sosyolojik temelde irdelemesi benim işim değil. Yani şöyle bir cümle kurmak istemem. Toplum adalet istemiyor çünkü torpil onun işine işlemiş. Mesela avukatlara, savunma hakkına bakış da öyledir. “Bu avukatlar yeri geldiğinde yalan da söylemesini becerebilen insanlardır” falan derler ya da “Onunda mı avukatlığını yapılıyor” gibi değerlendirmeler vardır. Bunlar doğru değerlendirmeler değildir. Ben hep sonunda hukuk bilincine gelmek istiyorum. Yeterli hukuk bilincinin bulunduğu bir toplum değiliz. Bunu kabul ediyor ve bu temelden hareket ediyorum. Hangi suç olursa olsun, kim olursa olsun mutlaka savunulması gerekir. Yargılamada savunma yoksa orada bir yargılama da yoktur.

‘BİZ SİYASET YAPMAYIZ, HUKUK SİYASETİ YAPARIZ’

Bir diğer soru avukat Sezin Uçar’dan. “Bir süredir İstanbul Barosu hak ve özgürlüklere daha pozitif bir ilişki kuruyor” diyor Uçar fakat “Barış Pınarı Harekatı” ile ilgili açıklamanın iktidara yakın bir dili tercih ettiğini ifade ediyor. Harekatın uluslararası hukuk bakımından meşruiyetinin olmadığını ve sivillerin öldüğünü söylüyor.

Bizim içimizde bulunduğumuz konumu bir avukat, bir basın mensubu kendi siyasal görüşleri çerçevesinde değerlendirdiğinde bizde çelişen pek çok şey görebilir. İçinde bulunduğumuz konum itibariyle bir siyasal değerlendirme yapmaksızın doğrudan doğruya bir hukuk değerlendirmesi içerisinde olaylara yaklaşırız.

Peki, insan hakları ihlali söz konusuysa nasıl olmalı?

İnsan hakları ihlali söz konusuysa kimin uğradığına baktığımız andan itibaren objektif bir değerlendirme yapmıyoruz demektir. Biz insan hakları ihlalleri nereden geliyorsa geldiği yere gideriz. İnsan hakları ihlalleri de daha çok iktidarlardan gelir. Genelde barolar iktidara karşıymış gibi görülür. Bizim sorunumuz iktidarlara karşıtlık değildir. Biz iktidarda kim olduğu, hangi parti olduğu, niye olduğu falan bunlarla meşgul değilizdir. Bu değerlendirmeyi son derece saygıyla karşılıyorum. İyi ki ifade hürriyeti var dünyada. Bundan daha güzel bir şey olabileceğini düşünmüyorum. Son yıllarda her türlü ihlalin karşısında dikilmeye çalışıyoruz. Biz siyaset yapmayız ama hukuk siyaseti yaparız. Hukuken söylediklerimiz siyasi haklılıklarımızı da oluşturur.

‘İKTİDAR YARGIYI STRATEJİLERİNİN PARÇASI OLMAYA DÖNÜŞTÜRDÜ’

Metin Feyzioğlu Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yapılacak adli açılış törenine katılma kararını açıkladıktan sonra barolar “Bizi temsil etmiyor” şeklinde ardı ardına açıklamalar yaptı. Oradaki problem neydi ve bundan önce adli yıl açılış törenleri nasıl yapılıyordu?

Belli bir dönem Yargıtay’ın salonunda yapıldı. Yargıtay Başkanı ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı konuşmalar yaparlardı ve o konuşmaların hepimiz açısından çok büyük bir önemi vardı. Van depreminden hemen sonra yapılan genel kurulda Metin Feyzioğlu’yla o zaman başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın birbirlerine karşılıklı suçlamaları neticesinde kanun değişikliği yapıldı ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın adli yıl açılışlarında konuşmamasına karar verildi. Bir süre sonra Yargıtay’ın o salonu genel kurul salonuna dönüştürüldü. Başka yerlerde yapılmaya başlandı. Bir defasında bir hotelde yapıldı.

Sonrasında külliyede başlandı.

Evet. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı Kültür Merkezi denilen külliyenin içerisinde yapılmasına karar verildi. O zaman Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB), Metin Feyzioğlu başkanlığındaki yönetimi katılmayı uygun bulmamıştı. Gerçi o tarihte zaten Feyzioğlu’nun konuşturulmaması da söz konusuydu. Ancak daha sonra Metin Feyzioğlu çizgisinde meydana gelen değişiklik, iktidarla iyi geçinmek yolundaki tercihi değişti. Bizim çok ciddi yargı sorunlarımız var. İlk sorunuza yanıt verirken bu sorunlara en azından özet olarak kabaca değinme imkanı bulmuştum. Konuşmamız, tartışmamız gerekiyor. Hele Yargıtay’ın düzenlediği toplantıda Yargıtay’ın da içinde bulunduğu konumda hakimlerle, savcılarla, avukatlarla bu işi tartışmak son derece ideal olan. Bu ideal olgu yürütmenin olduğu bir mekanda gerçekleşirse ideal olmaktan çıkıyor. Siyasal iktidar yargıyı kendi stratejilerinin parçası olmaya dönüştürdü. Böyle bir sıkıntımız var diyoruz tam da bu sırada Yargıtay adli yıl açılışını gidip yürütmenin mekanında yapıyor. Bu kabul edilebilir bir şey değil bizim açımızdan. Yargıtay kendi konumunu açıklamış oldu. Başka bir deyişle yürütmenin yargı üzerinde baskı oluşturduğu bir zaman diliminde, bunlar çok önemli değil, takmayın bu işlere der gibi bir tavır içerisine girildi. Bu nedenlerle o toplantıya katılamayacağımızı söyledik. Bir hukukçunun bir adli yıl açılışını yürütmenin mekanında yapabileceğini düşünmesini, oraya ruhuyla gidebileceğini asla kabul etmiyorum.

‘GENEL KURUL KAPIDA GİBİ GÖZÜKÜYOR AMA NE OLUR BİLMİYORUM’

Feyzioğlu’na karşı bir seçim planlaması var mı?

Var. İstanbul Barosu yönetim kurulu olarak karar aldık. Türkiye Barolar Birliği’nin olağanüstü genel kurula çağrılmasını istedik. Bu talebin 10 baro tarafından yerine getirilmesi gerekiyor. Geçen hafta itibariyle 10 baroyu tamamladık. Bir genel kurul kapıda gibi gözüküyor ama ne zaman olur, ne olur bilmiyorum.

‘TEK BİR KALIP VAR: CUMHURİYET DEĞERLERİ VE ATATÜRK’

Mehmet bey, 2004 sonrası İstanbul Baro Başkanlarına şöyle bir baktım. Kazım Kolcuoğlu, Muammer Aydın, uzun bir dönem Ümit Kocasakal ve siz… Bu isimlerin ortak özelliği ne?

2002 yılında Kazım Kolcuoğlu’yla birlikte başlayan dönem bugün hala aynı ekibin devamı konumunda. Biz eskiden Çağdaş Avukatlar Grubu olarak seçimlere girerdik. 1996’da Çağdaş Avukatlar Grubu ikiye bölündü. “Çağdaş Avukatlar Grubu” ve “Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu” olarak. Biz “Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu” olarak çalışmalara devam ettik. Kazım Bey döneminde başlayan süreçten bu yana da çeşitli adaylar göstermek suretiyle baronun yönetiminde yer alıyoruz.

Evet. Aynı ekip olduğu anlaşılıyor. Bunca baskı arasında bu istikrar nasıl sağlanabildi?

Burada belirli bir duyarlılığı sergileyen bir kesim var. Bu duyarlılığın adı cumhuriyet değerlerine, Atatürk değerlerine bağlılıktır. Özellikle hukuk devleti ve hukukun üstünlüğüne bağlılıktır. Temel olarak işaret ederseniz konum budur. Özellikle de laiklik konusunda son derece duyarlı olan bir ekiptir. 2002’de başlayan yönetimlerin en temel özelliği budur. Çok da homojen bir yapı değildir. Herkes solcu, herkes sağcı, şu kadar liberal gibi bir kalıp içerisine de sokamazsınız. Bir tek kalıp vardır: Cumhuriyet değerleri ve Atatürk.

‘İYİ Kİ ZAMAN ZAMAN BANA KÜFÜR EDEBİLİYORLAR’

Kimi politik çevreler “Kemalizm” diye tanımlıyor. Kast ettiğimi anladığınızı düşünüyorum. O tanımlama içerisinde isminiz “Kemalizm” çizgisinden daha ayrı bir yerde tutuluyor. “Mehmet Durakoğlu buna da karşı çıktı, sözünü söyledi” şeklinde. Sizce niye?

Sorunuzu anladım. Ben solcuyum. Soldan gelen bir adamım. Dünyaya da öyle bakıyorum. Bunun benim açımdan bakış açımı güçlendiren çok temel sonuçları olduğunu düşünüyorum ama bununla birlikte çok ciddi anlamda Atatürçüyüm, Cumhuriyetçiyim, laik düzene inanıyorum. Bu ilkeler benim için vazgeçilmez ilkelerdir. “Kemalizmle sosyal demokrasi, sol bir araya gelmez” gibi bir değerlendirme var. Ben bunlara inanmam. Benim için Atatürk son derece değerlidir. Olağanüstü değerlidir. Sadece geçmişimi biçimlendiren değil, geleceğimi de biçimlendirecek en önemli şeylerden birisidir ama bu sol değerlere ilişkin politika üretmeyi şu ya da bu nedenle geciktiren ya da ihmal etmeyi sayan bir değer değildir. Söylediğim gibi ben dünyaya soldan bakan bir adamım ve o değerler ölçeğinde de gelişirim. Bulunduğum konum itibariyle de sola ilişkin değerleri mutlaka her olguya böyle bakacağım diye geliştiremem. Şunun farkındayım. Burada 45 bin avukat var. Ben onların temsilcisi konumundayım. Benden farklı düşünen insanların varlığını biliyorum. Onların farklı düşüncelerine saygı duyduğum için de buradayım. İyi ki ifade özgürlüğü var. İyi ki insanlar düşüncelerini söyleyebiliyorlar. İyi ki bana karşı çıkabiliyorlar. İyi ki bana zaman zaman küfür edebiliyorlar. Ben bunlara tahammül edebiliyorum. Edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu işi yapıyorsanız bu konulara razı olmak durumundasınız. Bir şiarım var kendi içimde. Hep onu düşünürüm. Bu ülkede herkes demokrasiyi savunuyor ama çok az kişi kendisinin demokrat olup olmadığını sorguluyor.

Geçenlerde sosyal medya hesabınızda yazdığınız sözü hatırladım: “İsa’lık taslayacaksanız çarmıhı sırtınızda taşıyacaksınız.” Aforizma olarak paylaşıldı.

Bu benim hayatımda çok dikkate aldığım bir söz. Söz benim değil, kimin sözü olduğunu bilmiyorum. Bir şeye kalkışıyorsanız bedelini ödemeye göze alacaksınız. Bu koltuklar böyle koltuklar. O sözü söylediğim kişi hem kabadayılık yapıp, hem kaçmaya çalıştı. Bu ikisi bir arada olmaz. Bir şey söylüyorsan bedel almayı göze alacaksın. Baro başkanlığı yapıyorsanız çarmıh sırtınızda olacak. Bunun başka çözümü yok. Çizgi değişikliği dediğimiz şey sırtınızda taşıdığınız çarmıhla ilgili.

https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/10/28/mehmet-durakoglu-ben-soldan-gelen-bir-adamim/