Bu evrende her şey “bağlam” ve “kapsam”ı ile tanımlanır ve anlam kazanır. Nasıl ki bağlamsız bir şey uzay zamanda sabitlenmediğinden, kontrolsüz şekilde savrulursa, kapsamı olmayan bir şeyin de evrende herhangi bir özgül ağırlığı olamaz.

Molierac’ın bu sözünü bilmeyen (hukukçu) avukat yoktur sanırım. “Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile, ne hakime, hele ne iktidara tabiyiz.Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz.Fakat hiçbir hiyerarşik üst te tanımıyoruz. En kıdemsizin en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar tarih boyu köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı" 

Bu söz özellikle “hukukun üstünlüğü”ne gizli bir vurgu yapmaktadır. Yoksa bu vurgu avukatın ve avukatlık faaliyetinin hiçbir kurala tabi olmadığına ve dokunulmazlığına ve üstünlüğüne değil. Hukukun üstünlüğünün ne olduğu ise, hukukun, hukukçuluğun ve avukatlığın terminolojik anlamını bilmekle mümkündür.

Bu makalem özellikle hukukçu meslektaşlarıma yönelik olduğundan, burada hukukun ve hukukçuluk mesleğinin ne olduğu konusuna girmek abes, tabir yerinde ise tereciye tere satmak gibi olacaktır. Bu sebeple makalenin bundan sonraki kısmı avukat ve avukatlık mesleği terimi ile ilgili açıklamalar ihtiva edecektir.

Avukat, yasalar gereği üstlendiği görevi gereğince hak arayan ve her türlü otoriteye ve haksızlığa “karşı duruş” sergilemekle yükümlü olan kişidir.  Başlıkta ifade ettiğimiz “savrulan avukatlık-sahipsiz hukuk” sorunu tam da bu noktada ve avukatlığın ne olduğu noktasında ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki;

Ülkemizde avukatlığın savrulmasının ve hukukun sahipsiz kalmasının en büyük sebebi, avukatlık hakkındaki terminoloji hatasıdır. Zira, hukuk fakültelerinde, barolarda ve akademik yayınlarda avukatlık sürekli olarak bir “meslek” olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu tanımlama hatalıdır. Zira, avukatlık bir meslek değildir.

Avukatlığa meslek dediğimizde, (asıl meslek) hukukçuluk gölgede kalmakta, hatta mesleğe yeni başlayan avukat, öncelikle hukuk mesleğinin evrensel değerlerini içselleştirmek yerine, kendi kişisel geçmişine, iyi ya da kötü örneklere, staj sırasında gördüklerine, içinden çıktığı kültüre ve genel kabul gören değerlere göre kendisinin benimsediği, kişiye özel bir bağlam ve kapsam icat etmekte, sonuçta avukat sayısı kadar ve birbirinden farklı meslek anlayışı ortaya çıkmaktadır.

Avukatlığa meslek dediğimizde, kamu görevlilerinin ve özellikle yargı kurumlarının kendileri gibi, sadece kamu hizmeti değil, aynı zamanda hukuk hizmeti de vermekle yükümlü avukata karşı çeşitli gerekçelerle, önyargılı yaklaşmalarının sebebini anlamak da kolaydır, zira onların da kendilerince avukatlık mesleği(!) hakkında farklı farklı kişisel deneyimleri ve özgün fikirleri mevcuttur.

Avukatlığa meslek dediğimizde, genel manada zor şartlarda hayata tutunmakla meşgul bir avukatın asıl meslek olan hukukun evrensel değerlerine uygun ortak bir bağlam geliştirme gibi öncelikli bir kaygısı olmadığından, toplum nezdinde avukatlığın her bireyde farklı görünümde algılanmasına da şaşırmamak gerekir.

Avukatlığa meslek dediğimizde, onu hukukçu mesleki kimliğinden soyutlar ve onu hukukun üstünlüğünü tesis etmekle yükümlü bir kişi olarak değil, ülkede ve dünyada (çok saygın müstesna hukukçular hariç) oldukça fazla örneğini gördüğümüz, güçlü ve kontrolsüz bir egodan beslenen “avukatın üstünlüğü” gibi garip ve sağlıksız bir kimlikle ortaya çıkmasına şaşırmamamız gerekir.

Avukatlığa meslek dediğimizde, her avukatın farklı bir meslek anlayışı olacağı için, hukuk, hukukçuluk ve hukukun üstünlüğü gibi kavramların hep geri planda kalmasını,  buna karşılık, toplumda prim yapan (trend) akım olan, genel kabul gören değer ne ise, ona göre, ya kısa sürede şöhret olmanın, ya da kim olduğuna ve toplum nezdindeki  kötü şöhretine bile bakmadan, ünlü birinin avukatı olmanın veya en kısa sürede zengin olmanın dayanılmaz cazibesine kapılmasını gayet olağan karşılarız.

Avukatlığa meslek dediğimizde, bir avukatın, suçla itham edilen herhangi birinin savunmasını üstlenirken, benim de doğru bulduğum, “herkesin savunma hakkı vardır” gibi, genel kabul gören bir gerekçe ortaya konulsa da, vekilliğini üstlendiği müvekkilinin “haklı menfaatleri” ile haksız menfaatleri arasındaki kritik ince çizgide, (hukuku bildiği ve mesleki sezgiye de sahip olduğuna göre),vicdanı ve hukukun evrensel ilkelerinden yana mı, yoksa haksız çıkar peşinde olan müvekkilinden yana mı tutum takınacağı gibi bir tercih  ile karşı karşıya kalacağını tahmin etmek hiç de zor değildir.. (Avukatın üstlendiği işte müvekkilin haklı menfaatini mi, yoksa sırf menfaatini mi savunduğu, avukat ile vicdanı arasında kalan, ne yazık ki dışarıdan kestirilmesi zor olan bir durumdur.)

Tekrar makalenin ilk paragrafına dönelim,

Avukatlığın bağlamı hukuktur: Avukatlığa meslek demek, avukatlığa karşı yapılmış en büyük kötülüktür. Zira, avukatlığa meslek dediğimizde, ikinci bir meslek icat etmekle kalmıyor, aynı zamanda avukatlık ile (kendisi meslek olan) hukukçuluk arasındaki bağı da koparmış en azından zayıflatmış oluyoruz. Bağlamından koparılan bir şeyin ise, kendisine (her avukatın avukatlık anlayışının farklı olması gibi) yeni ve başka bağlamlar araması ve bulması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Avukatlığın kapsamında pozitif bilimler vardır. Bir Avukat (hukukçu), düşünürken, (sözleşme, dava dilekçesi, makale olsun fark etmez) yazarken, konuşurken, öfke, kızgınlık, kin gibi ilkel duygulara kapılmadan sağduyu ile hareket etmek, kanıtları, bilimi ve hukukun evrensel ilkelerini daima göz önünde bulundurmak zorundadır. Örneğin bir avukat tüm faaliyetlerinde hukuk bilimi dahil olmak üzere, pozitif bilimlerden felsefeyi, sosyolojiyi, psikolojiyi, stratejiyi, sanatı, hatta mizahı ve daha başka pek çok pozitif bilimi dikkate almalıdır. Yoksa, safsata, mugalata, hamaset, siyaset gibi, pozitif bilimlerden uzak kavramların avukatlık faaliyetinde hiç yeri yoktur.

 Avukatlık bir statüdür: Statü kısaca, topluluk veya bir toplum içinde bir kimsenin durumu veya (edinilmiş statüler konu dışıdır.) kazanılmış saygınlığı demektir. Gerçekten de avukatlığa bu perspektiften baktığımızda, aşağıda saydığımız ve bu makalede belirtemediğimiz pek çok sorun ve soru işareti buhar misali, kaybolup gitmektedir. Şöyle ki;

Bir insan (tahsil hayatını çıkardıktan sonra), geride kalan görece kısa yaşam süresi içerisinde, ancak bir meslek sahibi olabilir. (Diğer bir deyişle mesleğin tornasına girebilir) ki, bana göre, avukatlar açısından mesleğin tornası hukuktur.

Günümüzde meslekte uzmanlık bile teşvik ve telkin edilirken, kim neden bunu düşünmüş ise bilinmez, avukatlar için, hukukçu meslek kimliği yanında, hiç lüzumu yokken hukuk mesleği bağlamından koparılmış bir avukatlık mesleki kimliği icat edilerek, bu alanda, pek çok zihinsel çatışmaya, karmaşaya ve anlamsızlığa kapı aralanması anlaşılır ve kabul edilebilir bir şey değildir.

Halbuki “avukatlık hukuk mesleği temelinde yükselen bir statüdür” dediğimizde, onu dar bir mesleki çerçeve içerisine hapsetmek zorunda olmadığımızı, tam tersine Hakim, savcı, hukukçu akademisyen, noter gibi farklı statüdeki meslektaşları da içine alan çok daha geniş bir ailenin üyesi olduğumuzu, sorunlarımızın ezici çoğunluğunun da ortak ya da benzer olduğunu görmekteyiz. Nitekim hukukçu meslektaşların zaman zaman gerçekleştirdiği (hakimin avukatlığa, avukatın akademisyenliğe ya da noterliğe geçmesi gibi) rol değişimleri ya da (hem milletvekili hem avukat olabilmek, hem akademisyen hem avukat olabilmek) bu rollerin  meslek değil, statü olduğunun kanıtıdır.

Avukatlığı hukuk mesleği bağlamında bir statü olarak kabul ettiğimizde, örneğin hukuk eğitimi almayan kimi idare mahkemesi hakimlerinin verdiği kararların, hukuka ne oranda uygun veya aykırı olduğunu (edindikleri hakimlik statüsü temelinde değil, olmayan hukukçu kimliği temelinde tartışarak) daha sağlıklı tahlil edebiliriz.

Asıl mesleğin hukukçuluk olduğunu kabul ettiğimizde, avukatların adliyelere girişleri sırasında karşılaştıkları sorunu, adliyeye gelen herkesin can güvenliği ve vücut bütünlüğünü sağlamaktan öteye hiçbir art niyet taşımayan güvenlik görevlileri ile tartışarak, sürtüşerek değil, “hakimler ve savcıları istisna tutan” ayrımcı ve eşitliğe aykırı uygulama yanlışlığı temelinde tartışarak çözebileceğimizin ayırdına varırız.

Avukatlığa hukuk mesleği temelinde yaklaştığımızda, görev ifa ederken şan şöhret veya para gibi kişisel ikbal ve istikbal peşinde koşarak değil, Freud’un dile getirdiği, “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun"  özdeyişine uygun olarak, her koşul altında hukukun üstünlüğünü sağlamaya çalışan ve  hukukun üstünlüğüne bağlı kalmayı  sürdüren avukatlığın  her  ortamda tercih ve taktir gören erdemine şahit oluruz.

Avukatlığa statü dediğimizde, hukuk eğitimi almamış yığınlara muhatap olan bir avukatın, toplumda itibar nesnesi olarak kabul edilen (evi var mı, yazlığı var mı, arabasının markası ne, kaç parası var gibi) ve itibar edilen genel geçer (ancak kusurlu) değerler ışığında değil, hukukun evrensel değerleri ışığında, pozitif bilimler tarafından sınanmış kriterlere göre tartılmasına ve çok daha fazla itibar görmesine şahit oluruz.

Avukatlığa statü dediğimizde, genel anlamda toplumda ve özelde ise meslektaşlar karşısındaki rolümüzün gerçekte değerine paha biçilemez bir statü olduğunu ve hukuka bağlılık yanında, daima kollamak zorunda olduğumuz “kişisel saygınlığımızla” sürekli beslenip geliştiğini görürüz. 

Avukatlığa statü dediğimizde, kıdemli meslektaşlara (yaşından ötürü geleneksel değerlerimiz gereğince saygıda kusur etmeden) meslek büyüğü demeyi bırakır, asıl büyüklüğün yaş almakta olmadığını, bunun bir safsata olduğunu, büyüklüğün hukuka ait bir vasıf olduğunu, iyi avukatın ise dersini iyi çalışan avukatlar arasından çıktığının farkına varırız.

Avukatlığa statü dediğimizde, farkında olmasak bile, statüler arası çekişmelerin son bulduğunu, aynı statüdeki bir meslektaşımız bir hata yaptığında bundan ne bizim ne de mesleğimiz bir zarar görmediğini, diğer bir ifade ile, yaptığımız olumlu ve olumsuz eylem ve işlemlerin sonuçlarının tamamen  bizim kar ve zarar hanemize yazıldığını, böylece hukuk ortak paydasında buluşmaya yeminli saygıdeğer tüm meslektaşların ortak çabası ile, hukukun üstünlüğünün önce tüm meslektaşlarımız nezdinde ve giderek toplum nezdinde karşılık bulduğunu görürüz.

Son olarak ifade etmek isterim ki, yeni kuşaklara avukatlığın meslek değil, hukuk temelinde yükselen bir statü olduğunu sık sık tekrarladığımızda, mesleğe yeni başlayan ve ileride başlayacak olan gelecek kuşakların yolunu, sağlıklı öngörülerde bulunabilecek şekilde aydınlatmış olur henüz avukatlığa adım atacak olan avukat adaylarının, staj yaptıkları zaman diliminde, geçmişin olumsuz kalıntılarının tesiri ile, manasını da tam olarak bilmeden  sarf ettikleri “hakimlik sınavını kazanamazsam mecburen avukatlık yapacağım” gibi beyan ile açığa çıkan anlamsız önyargılarından da kurtarmış oluruz. Kim bilir?

 

                                                                                         Avukat Sami AKDAĞ

 

Son söz;

Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür…

Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür…

Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür…

Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür…

Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür…

Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür…

Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.” M.Gandhi