Geçtiğimiz Pazar günü çıkarılan 695 ve 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ülke gündeminin en başına yerleşti. İçerikleri itibari ile de bu durum oldukça olağan. “Torba KHK” olarak nitelendiriliyor ki, doğru. Torba kanunlardan sonra torba KHK’larımız oldu. Akla gelebilecek her alanda düzenleme yapılıyor. Esasen bir dizi hak kaybını da içeren taşeron işçi düzenlemesi ile ilgili değerlendirmeleri başka yazılara bırakalım. Rutinleşen ihraçları ve kapatmaları bir kenara koyalım.Bu yazı bir kısım düzenleme üzerinden yapılan tartışmalara değinmeye çalışacak. (Bu arada bir dizi göreve iade ile Türk Genç İşadamları Vakfı’nın açılması da 695 sayılı KHK’da yer aldı.Aslında dönemin göz ardı edilen yönünü, sermaye sınıfı ile doğrudan bağı ifade etmesi açısından sembolik bir örnek.)

Son KHK’lar ile Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda yapılan değişiklikler savunmanın alanını biraz daha daralttı. Yargıtay’ın ve Danıştay’ın yapısı (bir kez daha) değiştirildi. Savunma Sanayi Müsteşarlığı Başkan’a bağlandı. Cezaevlerine “tek tip kıyafet” zorunluluğu getirildi.

Arada askere ve yüksek yargıda görevli yargıçlara ek ekonomik olanaklar da sağlandı.

Hafta içinde en çok tartışılan ve en çok tepki çeken düzenlemeise 696 sayılı KHK’da yer alan “cezasızlık” maddesi oldu. Aslında resmi görevliler için daha önce yapılan bir düzenleme siviller için genişletilmiş durumda.Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15.07.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler içinde cezasızlık halinin uygulanacağı maddeye eklendi.

Başta hukukçular olmak üzere birçok kesimden yeni KHK’lara, özellikle yukarıda alıntıladığımız maddeye yönelik büyük tepkiler geldi: Denildi ki, bu hukuk devletinin sonudur!

İster istemez akla şu soru geliyor. Bir hukuk devletinin sonu kaç kere gelir?

Hadi OHAL öncesini (şimdilik) bir kenara koyalım. Darbe teşebbüsünden 5 gün sonra ilan edilen OHAL rejimi bir buçuk yıldır yürürlükte. Tüm “yasal” düzenlemeler KHK’lar eli ile yapılıyor. Bu sonuncular ilebirlikte OHAL döneminde 30 KHK çıkarılmış. 400’e yakın yasada 10 binden fazla maddede değişiklik yapılmış. Herkes biliyor ki, bu düzenlemelerin OHAL ilanı ile (darbe teşebbüsü ile) bir ilgisi bulunmamakta. Meclis kenara atılmış durumda. Anlaşılan o ki, başkanlık kararnamelerine geçene kadar da KHK’ları sürdürmeye niyetliler.

Hal böyle iken, Pazar günü çıkarılan KHK’lara bakılıyor ve(hala)bir hukuk devletinde böyle bir şey olamayacağı söyleniyor.

İnanmak mı istemiyorlar?

Daha öncede defalarca yazdık. Bu “normalleşme” arayışıdır. Tercümesi ise, İkinci Cumhuriyet’in (artık) yerleşmesine dair beklentidir.

Örnek çok. Bakın, yeni bir örnek: Türkiye Barolar Birliği (nihayet) Baro Başkanları ile toplandı. Hem de olağanüstü! Sonrasında da kamuoyuna bir açıklama yapıldı, talepler dile getirildi. TBB ve Baro Başkanları 696 sayılı KHK’nın derhal geri çekilmesini talep ediyor. Akla hemen “ya diğerleri” sorusu geliyor. Arada kısacık bir cümle ile lütfen “tek tip elbise” düzenlemesine ve savunmaya yönelik müdahalelere değinilmiş. Peki, yüksek yargıya yapılan müdahalenin tek bir cümlelik dahi önemi yok mu? Ve nihayetinde, OHAL’in derhal kaldırılması talep edilmiş. Neden peki? Çünkü OHAL Türkiye’nin demokratik görüntüsüne ağır zarar vermekte (imiş.). Türkiye’nin yatırım yapılamayacak bir ülke olarak görünmesine neden olmakta (imiş.)

Ayıp yahu!

Birde KHK ile yaratılan hukuk dışı düzenin sorumlusunun KHK’ları denetlemeyen Anayasa Mahkemesi olduğunu söyleyenler var. Ortadaki tablonun tüm sorumluluğunu Anayasa Mahkemesi’ne yıkmanın garabetini bir kenara bırakalım. Mahkeme’nin sorumluluğu zaten biliniyor. Daha önce de yazdık, ülkede hukuk güvenliği kalmamıştır. Evet, bu ülkede “hukuk dışılık” hep olagelmiştir. Ancak hukuk güvenliğinin bugünkü hali bu noktayı çoktan aşmıştır. Esasen de soruşturmaları, yargılamaları yürüten, savcı ve hakimlerin hukuk güvenliği bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemeside bundan muaf değildir. TBB’nin sonuç bildirgesi de halkımızı kimseden çekinmeden bilgilendirmeye devam edeceğiz ifadeleri ile bitiyor. Akla hemen yeni bir soru geliyor: Acaba, TBB ve Barolarda hukuk güvenliklerinin olmadığını mı düşünüyorlar?

Yukarıda OHAL öncesini bir kenara koyalım dedik ama esasen 12 Eylül 2010 Referandumu bir döneme ilişkin konulan son nokta idi. Referandum ve ardından gelen Haziran 2011 seçimleri ile birlikte AKP iktidarı tarafından devletin hemen hemen bütün kurumları ele geçirilmiş ve yeni rejimin inşası için yol alınmaya başlanmıştı. Aradan geçen zamanda yaşanan birçok gelişme bir yana, son 16 Nisan 2017 Referandumu sonuçları da doğrudan 2010 Anayasa değişiklikleri ile bağlantılıdır.

Bu nedenle, şu anda yaşananların hukuk devletinin sonu olarak ifade edilmesi oldukça hatalı bir tutumdur. Ülkede hukuk uzun süredir yoktur. Devlet ise baştan sona yapılandırılmış, 1923 cumhuriyeti tasfiye edilmiştir. Şimdi kendi cumhuriyetlerini, İkinci Cumhuriyeti yerleştirme çabası içerisindedirler.

Bu nedenle de yaşananlar buradan okunmalıdır.Ve tabi mücadelede…

Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak başvuruların sonuçsuz kalacağı mı düşünülüyor? Kuşkusuzbaşvurular yapılmaya devam etmelidir. Ancak, Mahkeme’nin üyelerinin kendi hukuk güvenliklerinin olmadığını düşündükleri bir ortamda karar verdiklerini bilerek. Eğer Anayasa Mahkemesi’nin kararları değişecek ve yine “hukuk” zeminine oturacak ise bu tartışmasız olarak siyasetin gücü ile olacaktır. Öyle ise, önemli olan AKP’nin korku siyasetinin karşısına çıkabilecek sol siyasettir.

AKP tarafından atılan adımlarınönümüzdeki seçimlerle ilgili olduğumu düşünülüyor? Hatta seçimleri kaybetse bile iktidarı bırakmayacak düzenlemeler peşinde olduğundan mı kuşkulanılıyor?Öyle ise, seçimlerde nasıl bir tavır alınacağı da bugünden tartışılmalıdır. Bunun için önemli olan ise solun bağımsızlaşmış aklıdır.

Nihayetinde atılan tüm bu adımlar rejim ile ilgili ise, AKP durdurulmalı mıdır? Mutlaka! Peki, rejimi durdurduğumuz noktadaki haline mi razı olacağız?

Böyle saçmalık olur mu?

Biliyoruz ki, İkinci Cumhuriyet AKP’nin rejimi değildir. Esas sahibi sermaye sınıfıdır. Bu nedenle normalleşme aranmakta, TÜSİAD’ın ve Abdullah Gül’ün “endişeli” açıklamaları önemsenmektedir. Bu dalgaya soldan da katılacaklar olacağını bilmeliyiz. Herkesin kendine göre bir “gerekçesi” bulunmaktadır. Artık İkinci Cumhuriyet çok daha geniş bir toplam için kalıcı bir rejimdir.

Solun esasen bunun dışında duracağı açıktır.Yalnız, dışında ama nerede?

Örneğin tek başına OHAL’in kaldırılması hedefli bir çalışma eksikli olacaktır. En büyük eksikliği ise yalnızca bu hedeften oluşan bir çalışmanın başarısız olacağıdır. Bu nedenle askeri müşterekte bir araya gelme uğraşı da yeterli olmayacaktır.

Sol, çıkışını ancak ve ancak ülkenin geleceğine dair söyleyeceği sözde ve bu doğrultuda yapacağı örgütlenmede bulacaktır. Solun kendi programı olmalıdır. Güçlü örgütlülük, güçlerin bir araya gelmesinden oluşan bir örgütlülük değildir. Solun bu ülkenin geleceğine dair (de) ortaklaşması, bunun mücadelesini bugünden örmeye başlaması gerekmektedir. Sol, yeni bir Cumhuriyet talebini güçlü bir şekilde örgütlemelidir.

Başarısızlıklara değil, başarıya ihtiyacımız bulunmaktadır.

http://gazetemanifesto.com/2017/12/28/hukuk-devletinin-sonu-ne-zaman-gelir