“Yeni” Cumhuriyet kendi hukukunu yaratmaktadır. Bu “yeni” bir hukuktur. Bu anlamı ile de bir başıbozukluk değil, aksine bir mekanizma bulunmaktadır. Dediğimiz gibi, bunda da davalara özel bir rol biçilmektedir. Davanın niteliğine göre sonucunun ve/veya yargılananların alacakları cezanın da bir önemi bulunmaktadır.

Bilgütay Hakkı Durna

Yargıda geldiğimiz nokta nedir?

Sanırım bunun için 2 Eylül tarihinde Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi’nde yapılan Adli Yıl açılış töreni bize bir dizi veri sunabilir.

Törende söz alan, konuşması oldukça zayıf olan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun sözlerinin merkezinde Yargı Reformu Strateji Belgesi vardı. Nihayetinde, Metin Feyzioğlu’nun tüm konuşması tek bir kelime ile özetlenecek olursa, bu kendisinin de ifade ettiği üzere “normalleşme” idi.

Konuşmasında Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle birlikte, parlamenter sistemden farklı bir kuvvetler ayrılığının gündeme geldiğini ifade eden Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit ise böylece “demokrasi- tek adam” tartışmalarına ilişkin görüşünü “bir kez daha” paylaşmış oldu: Demokrasi işlemeye devam etmektedir! Tabii konuşmasının önemli bir bölümünü Yargı Reformu Strateji Belgesi oluşturdu.

Kuşkusuz törenin beklenen konuşması Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ait idi. Sonrasında konuşmasından “manşete çıkarılan” bölüm ise, kuvvetler ayrılığına ilişkin değerlendirmeleri oldu. Kuvvetler ayrılığı prensibi demokrasinin ve Cumhuriyetin temelidir diye belirten Erdoğan “her toplum ve devlet kuvvetler ayrılığı ilkesini kendi serencamına uygun şekilde hayata geçirmektedir. Dolayısıyla dünyada tek ve değişmez bir kuvvetler ayrılığı demokrasi, cumhuriyet hukuk devleti uygulamasından bahsedilemez. Esasen böyle bir yaklaşım hayatın olağan akışına uygun da değildir” dedikten sonra ABD ve İngiltere örneklerine değindi.

Anlaşılan o ki, gerek emperyalist ülkelerden gerekse de sermaye çevrelerinden gelen “tek adam” eleştirilerine yönelik karşı bir hazırlık yapılmaktadır. Kısa vadede de bunun merkezinde Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin duracağı anlaşılıyor. Zaten konuşmasında da “tutukluluktan ifade özgürlüğüne, savunma hakkından adalete erişime kadar birçok alandaki reform vizyonumuzu bu belgeyle ortaya koyduk” diyerek, Erdoğan buna işaret etti.

Gelinen nokta: Yargı Reformu Strateji Belgesi

Sanırım başta söylenmesi gereken, yukarıda alıntılanan üç konuşmanın temsil ettikleri arasında ideolojik hatta siyasi bir ortaklıktan artık daha fazla bahsedebileceğimiz. Yapılacak değerlendirmelerde de öncelikle bu ortak payda dikkate alınmalıdır.

Her üç konuşmanın çerçevesi de göstermektedir ki, öyle veya böyle düzen içi bir “normalleşme” arayışı bulunmaktadır. Gerek sermaye sınıfının gerekse emperyalist odakların talepleri ya “gönüllü” ya da “zorunlu” olarak dikkate alınmaya başlanacaktır. Eskisi ve yenisi ile düzen içi aktörlerde buna göre hazırlıklarını yapmakta ve dizilmektedir. Zaten iktidar cenahı da belge üzerinden Türkiye’nin hem AB’ye tam üyelik isteğinin devam ettiği hem de 2002’den bu yana yürüttüğü reform iradesini sürdürdüğü sonucuna varılmaktadır demektedir. Bizim cenah açısından sorun, bu normalleşmenin sanki bir “demokratikleşmeye” tezahür etmesi gerektiği düşüncesidir. Bu nedenle ya “normalleşme” olasılığına itiraz edilmekte ya da sonuçları nedeni ile hayal kırıklığına uğranılmaktadır. Oysa kastedilen 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa Referandumunda kabul edilen başkanlık sisteminin (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) kurumlarının oturtulması isteği ve çabasıdır.[2]

En baştaki soruya dönersek; esasen, yargıda geldiğimiz nokta Yargı Reformu Strateji Belgesi’dir. Daha doğrusu onun ifade ettiği anlam!

Peki, bu nedir?

***

Yukarıdaki soruyu yanıtlamadan önce kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum.

Hatırlayın, yaşadığımız süreç karşı cephe tarafından “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” olarak tanımlanmıştı. Liberal ve dinci yazarların en önemli ideolojik silahlarından biri “vesayet rejimi” kodlaması oldu. Asker vesayetine son verilmesi ve ileri demokrasinin kurulması için mücadele ediliyordu!

Nasıl ki o dönemlerde Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesinde ve toplumun şekillendirilmesinde bir dizi dava özel bir rol oynadı ise, İkinci Cumhuriyeti kalıcılaştırmak için de davalara özel bir rol biçildi. Memleketi davalar üzerinden hizaya sokma dönemi bitmediği gibi, bu işin tek failinin de Cemaat olmadığı bu süreçte görüldü.  Gerçekten de bu dönem bir dizi tipik dava/soruşturma üzerinden örneklenebilir. Tüm bu davalar gericiliğin siyasal ve toplumsal alana tamamıyla hâkim olma çabasında da önemli birer araç haline gelmiştir.

İşte, böylesi bir dönemde, Yargıtay tarafından Ergenekon davasında bozma kararı verildi (21 Nisan 2016). Bu karar aslında “yeni” bir dönemi de işaret ediyordu. Bunun yanında Yargıtay’ın “bozma” kararı bir dizi çevrede de sevinçle karşılandı. Aynı anlamları yüklemesek de “yeni bir dönem” olarak gören başkaları da bulunmakta idi. Nihayetinde bugünlere gelindiğinde bu çevreler, AKP iktidarı ile “vatan savunması” için siyasi bir birliktelik yapmaya hazır hale gelmiş durumdalar. Sanırım bu çevreler baştan sona siyasi bir davanın, bundan öte AKP iktidarının pekişmesini sağlayan bir davanın, Yargıtay aşamasında hukuki bir değerlendirme ile bozulduğuna inanmamızı beklemiyordur.[3]

 Ek olarak, yargılaması halen sürmekte olan “Gezi” davasından da bahsetmek gerekiyor. Bu davanın da İkinci Cumhuriyet’in yapılandırılmasında kullanılacağını söyleyebiliriz. Davanın iddianamesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlaması, olası her muhalif çalışmanın karşılaşabileceği bir davaya dönüşme özelliği kazanmış durumunda. Hedefte olan muhaliflerin siyaset yapma hakkıdır. Sanıkların politik olarak yelpazenin çok farklı yerlerinde bulunmalarının ise, bu anlamı ile hiçbir önemi yoktur.

Bir de fotoğrafın diğer yüzü bulunmaktadır.

Çarpıcı bir örnek sanırım ne demek istediğimi anlatacaktır: “Cezaevleri de bir gün basılacak. Ancak onların hayal ettiği gibi değil. Dışarıda yakaladıklarımızın hepsini ağaçlara, bayrak direklerine astıktan sonra cezaevlerine de gireceğiz. Onları cezaevlerinde de asacağız. Boyunlarından asacağız bayrak direklerine” sözleri nedeniyle yargılanan Sedat Peker beraat etmişti. Davanın gerekçeli kararında “… konuşmanın yapıldığı tarihin darbe teşebbüsünün yıl dönümü olması hususları hep birlikte değerlendirildiğinde, sanığın sözlerinin muhatabının FETÖ/PYD üyeleri olduğu, sözlerden genel olarak   devlet ve hükümete karşı yeni bir darbe girişiminde ya da eylemde bulunulması halinde milletin aynı şekilde ve daha şiddetli olarak karşılık vereceği anlamının çıktığı, bu sözlerinden herhangi bir suç oluşturmadığı , zira ismi ne olursa olsun terör örgütlerine karşı devlet ve milletin yanında olmak her Türk vatandaşının borcu ve görevi olduğu, sanığın bu görevini kendi dünya görüşü çerçevesinde ifa ettiği…” denilmekte. Peker Barış İçin Akademisyenlere yönelik de “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız” sözleri nedeniyle yargılanmış ve yine beraat etmişti.

Başka bir örnek 28 Şubat Davası. FETÖ dönemi tüm yargılamalarına öyle veya böyle kuşku ile yaklaşılmakta, bunun sonucu yargılama sürecine yansımakte iken, 28 Şubat davasına bu anlamı ile dokunulmamaktadır. Sivas davası sonuçlanalı yıllar olduğu halde, sanıkları periyodik olarak hatırlatılmakta, sanıkların ne kadar haksızlığa (!) uğradıklarından bahsedilmektedir. Buna karşın Soma Davası “komik” cezalar ile sonlandırılırken Çorlu Tren Kazası ile ilgili yargılamada aynı yönde ilerlemekte, Tahir Elçi soruşturmasında ise yol alınmamaktadır.

 Yeni bir hukuk tesis ediliyor

Uzunca bir süredir ülkede hukuk güvenliğinin kalmadığından bahsediyoruz. Ezbere bilindiği üzere, eğer hukuk devleti diye bir şey var ise, hukuk güvenliği de bu devletin önde gelen ilkelerindendir. Önkoşuludur.

Ülkede uzun zamandır bu anlamı ile bir hukuki güvenlik sorunu olduğu açık. Hukuk dışı uygulamalar almış başını gitmiş durumda. Adil yargılama ilkesi rafa kaldırılmıştır. Artık kural sanıktan delile gidilmesidir. Böyle de olmuyorsa devreye gizli tanık müessesesi girmektedir. Savunma hakkının pratik sonucu gözaltına alınan, tutuklanan avukatlardır. Uzun zamandır yasaların torbaya doldurulduğundan şikâyet ediliyordu. Artık onlar da yoktur. Kararlar ve kararnameler dönemindeyiz. Parlamento devre dışı bırakılmış, “yasa yapma yetkisi” dâhil, yetkileri “yeni biçimi” ile yürütmeye devredilmiştir. Yani, sağduyulu herkesin ortaklaştığı üzere, bu ülkede hep olagelen “hukuk dışılık” ötesinde bir noktadayız.[4]

Ancak tüm bu tabloyu, yalnızca hukuksuzluk olarak tanımlamak yeterli midir?

Şüphesiz, AKP dönemi yargı pratiği ile kendisinden önceki dönemlerin “hukuksuzluklar”ı arasında bir süreklilik bulunmaktadır. Ancak, ülkeyi dönüştürme misyonu ile hareket eden, Birinci Cumhuriyet’i sonlandıran, İkincisini ise kurumsallaştırma gayreti içerisinde olan aktörlerin hukuk ile kurdukları ilişkiyi eğer yalnızca buradan açıklama çabası ile yetinirsek eksikli kalacaktır.  Bugünkü rejim (İkinci Cumhuriyet) zaten “kuralların ihlali” ile oluşturulmuştur.

“Yeni” Cumhuriyet kendi hukukunu yaratmaktadır. Bu “yeni” bir hukuktur. Bu anlamı ile de bir başıbozukluk değil, aksine bir mekanizma bulunmaktadır. Dediğimiz gibi, bunda da davalara özel bir rol biçilmektedir. Davanın niteliğine göre sonucunun ve/veya yargılananların alacakları cezanın da bir önemi bulunmaktadır. Ama bundan öte, esas olan soruşturmanın açılması, ardından da davanın başlatılmasıdır. Davanın sonucundan çok yaşanan sürecin kendisi belirleyici olmaktadır.

Önümüzde duran yeni bir yargılama pratiğidir. Ne yazık ki buna karşı “eski” savunma pratiği ile karşılık verilmeye çalışılmaktadır. Oysa, devletin temel organları, artık anayasadaki kurallara ya da yasalara göre davranmıyorsa, her şey bir yana, genel doğruların sürekli tekrarından ibaret hale gelen “siyaset yapma tarzı” ile hala neden yol alınmaya çalışılmaktadır, bu anlaşılmaz bir durumdur. Bunun üzerine düşünmenin zamanı gelmiş ve geçmiştir. Daha da beklenmemelidir.

İkinci Cumhuriyet “yerleşme” çabası içerisindedir. Kurumsallaşma bunun en önemli ayağıdır. O nedenle de tarafların “normalleşme” ve “uyum” arayışı devam etmektedir.  Bu anlamı ile Yargı Reformu Strateji Belgesi de bu sürecin bir parçası olarak, aslında bir tahkimattır. Çeşitli bahanelerden ve makyajlardan ibaret olduğu da sanılmamalıdır. Belge gerçektir!

Peki, İkinci Cumhuriyet bu topraklara yerleşebilir mi?

İşte uğraşımızın konusu budur!

[¹] Yazarın Hukuk Defterleri Dergisinin 21. sayısında yer alan “Düzenin ‘Yeni’ Hukuku” başlıklı yazısının kısaltılmış halidir. Başlık tarafımızca konulmuştur.

[2] Burada da basit bir bürokratik meşgaleyi kastetmediğimiz sanırım anlaşılıyordur. Çaba İkinci Cumhuriyet olarak adlandırdığımız, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) eli ile vücut bulan ve 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmalarının yerine inşa edilen rejimin yerleştirilmesi çabasıdır. Hatırlatmak isteriz ki, İkinci Cumhuriyeti tek savunan AKP değildir. Bundan öte düzen içi hiçbir aktörün İkinci Cumhuriyet rejimi ile “artık” bir sorunu bulunmamaktadır. Aralarındaki mücadele rejimin yapılandırılmasının nasıl olacağına ilişkindir. Arayışlar çok yönlüdür ancak seçenek belirsizdir.

[3] Ergenekon Davası bozma sonrası, geçtiğimiz aylarda beraat ile sonuçlandı. Davanın gerekçeli kararında “Ergenekon adı altında suç işlemek için kurulmuş bir örgütün varlığına hükmedilemeyeceği sonucuna varılmıştır” denilmekte.

[4] Yalnız Türkiye’ye ait bir gidiş değildir bu. Tüm dünyada burjuvazinin kendi tarihsel iddialarından vazgeçtiği, burjuva demokrasisinin ve klasik anayasacılığın bu anlamda tasfiye edildiği, daha otoriter bir döneme doğru gitmekteyiz.