Gene bir sis kaplamış ufuklarını, inatçı bir sis,
gitgide büyüyen bir ak karanlık.
….
Ey gürültüler, patırtılar, cakalar, şanlar, alaylar,
katil kuleler, kapkaranlık, zindanlı saraylar.
….
Ey tutulmayan sözler, sonsuz yalan!
Ey mahkemelerden her gün kovulan hak!
Ey kuşkunun pençesinde kıskıvrak, duygusuz,
ta yüreklere dek uzanan gizli kulak,
senin korkundan ağızlar sımsıkı kilitli.
Seni hor görüyorlar, halkım için dökülen alınteri!
….
Örtün, ey İstanbul, kanlı toprak,
örtün, kart orospu, örtün, hiç uyanma!
Fikret’in 121 yıl önce resmettiği o inatçı sis bu kez Cumhuriyet’in ufkunu sarmış durumda, ülkemiz yine tarihi bir hesaplaşmaya hazırlanıyor.
Barolar da öyle…
Mevcut İktidar, yüzüncü yıldönümünde, 1923 Cumhuriyeti’nden kopuşa doğru hızla ilerliyor. Hâl böyle olunca, anayasal zeminde; demokrasi, parlamenter sistem, hukuk devleti gibi kurumları korumakla görevli olduğu kadar bu kurumların varlığıyla hayat bulan baroların da başlıca hedefler arasında olduğu tartışmasızdır.
İşte bu nedenle, baroların önümüzdeki Ekim ayında yapılacak olağan genel kurullarında seçilecek yeni yönetimler de, yüzüncü yılında Cumhuriyete ve demokrasiye yönelik son “taarruz”un doğrudan muhatabı ve hedefleri arasında olacaklardır. Dolayısıyla, Türkiye barolarının yeni sözcüleri çok zorlu bir seçimle ve çok zorlu bir görevle yüz yüze kalacaklardır. Şimdi kilit soru şudur: Cumhuriyet 20 yıldır kepçe ve balyozla sistematik bir biçimde yıkılırken, bu yıkıma kurumsal anlamda hiçbir direnç göstermeyen barolar, yapıya son balyoz vurulmadan hep birlikte “dur!..” diyecekler midir? Bu sorunun cevabını bu yıl baro yönetimlerine (ve delegasyonlarına) talip olan avukatlar herkesten önce vermek zorundadırlar. O nedenle avukatların en zorlu “seçimi” budur.
Küresel kapitalizmin açık pazarına çevrilen Türkiye’de, başta ekonomi ve özgürlükler olmak üzere, her alanda muazzam bir çöküş yaşanırken; 2023 yılında yapılacak (hem c.başkanlığı hem m.vekili) seçimlerinde, iktidar partisinin normal şartlarda sandıktan 1. sırada çıkma ihtimali çok zor görünüyor. Bunun yanı sıra, bir de iktidar cenahının “yüzyılın rövanşı” için gün saydığı da düşünülürse; 2023’ün, ülkenin yanı sıra mevcut iktidarın kaderinin belirlendiği bir yıl olması da kaçınılmaz görünüyor. Sözün özü, bu kader yılının hiç kimse için normal şartlarda geçmeyeceği çok açıktır.
Kapitalist sistemin çıkarlarına uygun işleyen konjonktürel iktidar açısından durum böyleyken; aynı sistemin bir parçası olan, iktidara alternatif siyasi muhalefet açısından da durum pek farklı değildir aslında. Ellerinde kapitalizm dışında bir başka model olmadığına göre; onların çözümleri de kozmetik olacaktır. Dolayısıyla onların da, mevcut iktidarla sınırlı olmayan, ancak son 20 yılda tamamen rayından çıkmış olan krize, olsa olsa; birazcık Cumhuriyetçi, birazcık demokrat, birazcık laik, birazcık da hukuktan yana olma; bir de 5’li çeteyi tasfiye etme ihtimali dışında bir çözüm sunamayacakları ortadadır.
İşte tüm bu nedenlerle (TBB dahil) baroların yeni yönetimlerini göreve geldikleri an itibariyle yüksek gerilim hattında çok ciddi bir sınav bekliyor olacaktır (TBB için bu sınav, 2021 Aralık ayı itibariyle başladı bile). Barolar bu büyük hesaplaşmadan önce, anayasal zemindeki asli görevlerini ve işlevlerini hatırlayıp, mesleklerinin yanı sıra Cumhuriyetten yana da eylemli bir direniş ortaya koymazlar ve bu konuda topluma öncülük etmezlerse; karşı devrimin son hamlesinde ilk önce onlar savrulup kaybolacaklardır.
Konuya sınıfsal açıdan baktığımızda, bir burjuva mesleği olan avukatlık, sistemin hukuk üzerinden yeniden üretilmesinde vazgeçilmez bir role sahiptir. Haliyle “müesses nizamın” teminatı olan bu meslek ve bu meslek grubunu temsil eden barolar da konumları gereği sisteme içkin olacaktır. Ama yine her meslekte olduğu gibi, avukatlar arasında da (“mış” gibi yapanlar hariç) sisteme muhalif olanlar azımsanmayacak sayıdadır. Meslek kuralları içinde yer alan “meslek ahlakı” da en çok bu tip avukatlar için bir anlam ifade eder. Bunun yanı sıra onların, aslında her insanda olması gereken vicdan, empati ve sorumluluk gibi duyguları da oldukça güçlüdür. Bir meslek grubu olarak avukatlar, sistemik tüm açmazlarına rağmen hâlâ iktidarlar karşısında konumlanıyorsa; ulusal değerler, çevre, işçiler, emekçiler, kadınlar çocuklar; tüm haksızlığa uğrayanlar, din, dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeden mahkemelerde hâlâ amatör bir ruhla ama vekaleten savunuluyorsa; işte (bedel ödemeyi de göze alan) bu avukatlar sayesindedir.
Barolar da öyle…
Ülkemizdeki kurumlar içinde 167 bin üyesi ile en güçlü, 81 ildeki örgütlenmesi ile de en yaygını Türkiye baroları ve onun çatı örgütü olan TBB (Türkiye Barolar Birliği)’dir. Baroları (ve bir Cumhuriyet kurumu olarak TBB’yi) önemli kılan bu nicel özelliğinin dışında önemli dört nitel özelliği daha vardır: Barolar, her şeyden önce; işin doğası gereği (diğer bir deyişle dayandıkları değerler bunlar olduğu için), demokrasiyi ve “hukuk devleti”ni savunmakla mükelleftirler. İkincisi; yasa gereği de “hukukun üstünlüğü”nü ve “Mesleğin menfaatleri”ni savunmakla görevlidirler. Üçüncüsü; yine yasa gereği, yargının üç kurucu unsurundan biri olan “savunma”yı temsil eden “avukatın bağımsızlığı” ile “Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı”nı savunmakla da görevlidirler. Dördüncüsü ise; mensupları hem kamu hizmeti hem de serbest meslek yaptıkları için; bu düalist yapıları gereği, bir yandan kamu kurumu olma, diğer yandan demokratik baskı grubu olma özellikleri de taşırlar.
Barolar (hakkını versinler veya vermesinler) sırf bu özellikleri itibariyle de iktidarların tepesinde her daim Damokles’in kılıcı gibi sallanırlar. Dolayısıyla, anti demokratik yönetimler için tehdit unsuru oldukları gibi; bu tür yönetimler de onlar için ciddi bir tehdit unsurudur. Hâl böyle olunca; demokrasiden ve hukuktan uzaklaşan her iktidar barolar ve avukatlar üzerindeki baskısını mutlaka artırır.
Ancak barolar ve avukatlar, (12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri de dahil) başka hiçbir dönemde bugünkü gibi baskı altına alınmamışlardır. Hatta, Diyarbakır Barosu Başkanı Avukat Tahir Elçi’nin, basın açıklaması sırasında güpegündüz öldürüldüğü 2015 yılında başlayıp, toplu avukat tutuklamaları ve mahkumiyetleri ile devam eden bu dönem; 2020 Temmuzu’nda yandaş barolar yaratmak; 2022 Haziranı’nda da yandaş barolara maddi kaynak aktarmak için Avukatlık Kanununda yapılan değişikliklerle tam bir “hukuk harekâtı”na dönüşmüş bulunmaktadır. Zira, karşı devrimin yüzyıllık “reklam arası”na son vermeden önce barolarla görülecek bir hesabı vardır.
Nitekim bu “hesap” gereği, yıllardır sistem muhalifi avukatları ve onların etkin olduğu baroları bölme, yönetimlerini ele geçirme; böylece önlerindeki en büyük ve son kurumsal hukuk engelini ortadan kaldırırken; yargıdaki son çatlak sesi de tamamen susturarak, kendinden menkul “tek adam rejimi”ne, yargının yanı sıra en büyük gücü/meşruiyeti sağlayacak yandaş bir hukuk kurumu yaratıp, bir taşla birden fazla kuş vurma derdinde olan iktidar; bu fırsatı geçtiğimiz pandemi döneminde yakalamıştır. Bu yolda atılan ilk ve en önemli adım da, 15 Temmuz “kalkışması” sonrası, 180 derecelik bir istikamet sapması ile iktidar safında hizaya giren TBB’nin sabık başkanı Metin Feyzioğlu’nun, hukuku bir kalemde “teferruat” seviyesine indiren katkısı unutulmamalıdır. Sonuç olarak; bu cansiperane katkı Feyzioğlu’nun yeniden başkan seçilmesi için yeterli olmasa da, baroların önüne pimi çekilmiş bir “yasa” bırakılması için fazlasıyla yeterli olmuştur. Ülke yönetiminde ve seçimlerinde demokrasinin “d”sine tahammül göstermeyenler; her nedense baro yönetimleri ve seçimlerinde “demokratik temsil”i kendilerine fazlasıyla dert edinerek (!); yıllardır hiçbir sorununa çare olmadıkları avukatların dert kuyusuna “çoklu baro” ve “delegasyonda adaletsiz temsil” gibi iki belalı taş daha atmayı başarmışlardır. Ama avukatlar; giderek daha çok öldürülmekten, gözaltına alınmaktan, tutuklanmaktan, işlemeyen yargının süsü olmaktan, görevlerini yapamaz hale getirilmekten, duruşmalarda itilip kakılmaktan, ekonomik kriz altında ezilmekten kurtulamamışlardır. Savaşta olmadığımız halde, yüzyılın en büyük ekonomik krizini yaşayan ülkemizde; artık ofis açmak bir yana, kölelik şartlarında dahi iş bulamayan, gelecekten ümidi kesen avukatlar ya intihar ediyor ya da mesleklerini bırakıp ülkeyi terk ediyorlar.
Bunca zamandır göstere göstere ilerleyen karşı devrimin “hukuk harekâtı” kuşatmasına da anayasal ve yasal görevleri çerçevesinde direnemeyen barolar, ne zaman ki pimi çekilmiş “yasa” ile karşı karşıya kaldılar, işte o zaman sembolik (mekân, süre ve baro başkanları ile sınırlı) bir direnç gösterebildiler. Bir de pandemi bahanesiyle genel kurulların ertelenmesine karşı bir-iki baroyla sınırlı kalan kısa bir eylemlilik… Bu arada, meslektaşımız Servet Bakırtaş’ın görevi başında katledilmesi üzerine baroların ülke çapındaki eylemli tepkisini bu listeye ekleyebiliriz. Hepsi bu…
Bu arada tüm açmazlarına rağmen, baroların, tereddütsüz en büyük başarısı, “karargâhı” ile birlikte Feyzioğlu sultasından kurtulmak olmuştur. Ama bu başarıyı gölgeleyen de, aynı baroların Anayasa Mahkemesi üyeliği seçimindeki stratejik hataları (belki de bir strateji kuramamaları) olmuştur.
Tam bu noktada, TBB’nin 2021 Aralık seçimlerinde (“çoklu baro” ve “delegasyonda adaletsiz temsil” darbesine rağmen) Feyzioğlu’nu koltuğundan indirerek, ülke adına umut yaratan Erinç Sağkan ve ekibinin sekiz aylık icraatına da bir göz atmakta fayda vardır: Sağkan, seçilir seçilmez yaptığı ilk açıklamasında (3); “Bundan sonra 150 bin avukatın, 81 baronun yönettiği bir TBB göreceksiniz. Eleştirmekten kaçınan değil, eleştiriye açık bir TBB göreceksiniz. Meslektaşı yerlerde sürüklendiği, müvekkilleriyle özdeşleştirilip tutuklandığı zaman kafasını kuma gömen değil, meslektaşının yanı başında yer alan, haksızlığa, hukuksuzluğa en üst perdeden karşı çıkan bir TBB göreceksiniz. Artık Türkiye’de hiçbir avukatın bir an bile yalnız kalmayacağının garantisini veren, hiçbir yurttaşın ‘Haksızlığa uğradığımda TBB yanımda olmadı’ demeyeceği bir birlik göreceksiniz.” diyerek, safını seçmiş ve sistem muhalifi avukatlık anlayışından yana olduklarını da deklare etmiştir.
Seçim başarısı ve başkanın ilk açıklaması ile göreve güzel bir başlangıç yapan yeni yönetim, hiç zaman kaybetmeden baro başkanlarının da katılımıyla yaptığı ikinci bir hamle ile meslek sorunlarını Meclis’e taşımayı da başarmıştır. Ancak TBB ve barolar bununla kalmamışlar; bir de, Meclis’te komisyon kurma önerisi getirerek, iktidar partisi ile iletişime geçmişler; diğer partilerle de kulis çalışması yapmışlardır. Oysa; bırakalım iletişimi, meslek sorunlarının çözümü için (!) Adalet Bakanıyla birlikte omuz omuza ne reformlara (!) imza atan, ama hiçbir sonuç alamayan sabık başkanın girişimleri de TBB’nin kurumsal hafızasında taptaze duruyor olmalıdır. Üstelik, meslek sorunlarının çözümü için baroların yıllardır gösterdikleri tüm iyi niyetli diyalog çabalarına rağmen; avukatları hiç kale almayıp, bir plan dahilinde bildiğini okuyan iktidar pratiği de apaçık ortadadır. Gerçekler bu kadar ortadayken, TBB’nin olmayacak komisyon hayali ile, (aynen bir önceki başkanın yaptığı gibi) mesleğin sorunlarına, sorunun kaynağında çözüm aramaya kalkması oldukça manidardır. Nitekim, biteviye aynı hatayı yapıp, farklı sonuç bekleyen bu safiyane çabaya (!) iktidarın yanıtı her zamanki gibi olmuştur: Avukatları yok saymak!.. TBB’nin yeni yönetimi bu konuda bizi yanıltsa da, iktidar yanıltmamıştır. Barolar 4 Nisan’daki önerilerine cevap beklerken, iktidar, 5 Nisan Avukatlar Gününde TBB’nin önerisini reddetmekle kalmamış; sanki avukatlarla dalga geçer gibi, barolara hiç renk vermeden hazırladığı ikinci pimi çekilmiş “yasa” taslağını da kamuoyunun önüne bırakmıştır.
Bundan sonrası daha da şaşırtıcıdır: TBB bu tasarıya karşı baro başkanlarıyla yine bir araya gelerek, yine aynı safiyane çabayla tasarının maddeleri üzerinde çalışmış; alternatif öneriler geliştirerek, Sağkan’ın başkanlığında oluşturdukları kendi komisyonları aracılığıyla bu önerileri Meclis Adalet Komisyonuna taşımışlar ve tabii ki yine sıfır sonuç almışlardır. Taslak genel kurula inene kadar, TBB Komisyonu çeşitli düzeylerde çok sayıda görüşme ve müzakere yaparak, tasarının sakıncalarını anlatmış; çözüm önerilerini ortaya koymuş; ama maalesef, (kendi ifadeleriyle) “Her türlü yapıcı girişime rağmen” avukatlar bir kez daha yok sayılmışlardır. Böylece; ikinci “yasa” da hiçbir değişikliğe uğramadan, 11 Haziran’da yürürlüğe girmiştir. Tabii, sanki kötü bir genetik miras gibi, barolar, enerji ve vakitlerini (bu kez iki ay süreyle) “iktidarı ikna etmek” gibi fuzuli bir “işe” harcayınca, ilk “yasa” darbesinde olduğu kadar bile bir direnç gösterememiştir. Nitekim, TBB de, bu “yasa”ya tepkisini ancak bir bildiriyle ortaya koyabilmiştir (2).
Barolar nihayet 4 Haziran’da, iktidardan bir sonuç alamayacaklarının idrakine vararak; yine TBB’nin öncülüğünde, baro başkanları ve (bir ilk olarak) delegelerin de katılımıyla yaptıkları bir toplantı sonucunda, “Aşamalı eylem planlarını hep birlikte hayata geçirme kararlılığından” söz eden ortak bir Deklarasyona (3) imza atmışlardır. Bu Dekorasyonla barolar, mesleğin yakıcı sorunlarını, bu sorunlar ivedi çözülmezse baroların uyarı görevlerini bu kez eylemli olarak yapmakta kararlı olduklarını net bir biçimde ortaya koymuşlardır. Hepsinden önemlisi, barolar nihayet yasadan gelen güçlerini ve demokratik baskı grubu olduklarını hatırlamışlardır.
“Türkiye Barolar Birliği Altı Aylık Dönem I. Değerlendirme Toplantısı Sonuç Deklarasyonu”nun son sözü aynen şöyledir: “Avukatlık faaliyetlerinin önündeki engellerin kaldırılmaması ve avukatların içinde bulunduğu ekonomik yoksunluğun giderilmesine yönelik yukarıda tespit olunan adımların ivedilikle atılmaması hâlinde, yeni adli yılın açılışıyla birlikte uluslararası sözleşmelerin, Anayasa’nın ve kanunların bize tanıdığı demokratik haklarımızı kullanmakta bir an bile tereddüt etmeyeceğimizi; içinde bulunduğumuz koşullar görmezden gelinmeye devam edilirse, temsil yetkimizden aldığımız haklara dayanarak aşamalı eylem planlarını hep birlikte hayata geçirme kararlılığında olduğumuzu, Birliğimizden aldığımız kuvvetle tarih önünde tüm kamuoyuna bildiririz.”
Evet, bu kararlılık ve aşamalı eylem planı güzeldir. Ancak bu noktada iki önemli sorun çok dikkat çekmektedir: Öncelikle, bu kadar ciddi bir eylem planının ortaya konduğu toplantının olağanüstü genel kurul toplantısı şeklinde olması pek mümkün ve zorunlu iken; her nedense bu yol tercih edilmemiştir. Böylesine önemli kararlar, mesleğin ve kurumun anayasal yetki gücüne ve yasal organlarına dayanarak alınmak yerine; yalnızca simgesel ve moral değeri olan, gayri resmi bir toplantıda alınmakla; bu kararların uygulanması da tamamen keyfe bırakılmıştır. Nitekim, bu kararlılık ve aşamalı eylem planı, TBB başkanının Adli Yıl açılış konuşmasına hiç yansımamıştır. Ayrıca; Adli Yıl açılış konuşmasında başkanın sesi sansürlenerek ulusal medya ağına hiç yansıtılmadığı halde, barolar aşamalı eylem planını hâlen hayata geçirmemişlerdir (4). Bu Deklarasyonun iktidar cenahında hiçbir etki yaratmamış ve kamuoyunda da bir karşılık bulmamış olmasının sebebi bu olmalıdır.
İkinci önemli sorun ise; deklarasyon metninden de açıkça görüleceği üzere; baroların iktidara yönelik eleştiri ve talepleri ağırlıklı olarak meslek sorunları ve talepleri ile sınırlı kalmıştır. Oysa bugün gelinen noktada, meslek sorunlarıyla ülke sorunlarını birbirinden ayırt etmek, iktidar sorununu çözmeden meslek sorunlarını çözmek artık mümkün değildir. Çünkü, her iki sorunun özünde iktidarın ideolojik/politik tercih ve uygulamaları durmaktadır. Hâliyle çözülmesi gereken asıl sorun da “iktidar sorunu”dur.
Baroların (meslek sorunları ile sınırlı da olsa) Türkiye çapında uygulanacak aşamalı bir eylem planı yapmış ve bu yönde karar almış olmaları tabii ki çok iyi bir başlangıçtır; ama eksik bir başlangıçtır. Barolar, şu tarihi günlerde meslekleri için attıkları kararlı ilk adımı, Cumhuriyet ve kurumları, dolayısı ile ülkeleri için atacakları ikinci ve esaslı bir adımla tamamlamak ve taçlandırmak zorundadırlar. O ikinci adım atılmazsa, bunun bedeli barolar ve ülkemiz için ağır olacaktır.
Dipnot:
- (1) Tevfik Fikret’in Havf-ı Müsellah (silahlanmış korku) olarak nitelediği Abdülhamit dönemini yeren “Sis” şiirinden bir bölüm. (A.Kadir’in günümüz Türkçesi ile.)
- Bu makale HD yazı işlerine 04.09.2022 tarihinde teslim edilmiştir.