Bilindiği üzere hükümet, ölümcül Covid-19 pandemisi nedeniyle, başta yargı olmak üzere insan hareketliliğinin bulunduğu tüm devlet ve kamu kurumlarında faaliyeti en aza indiren birtakım yasal düzenlemeler yapmış; her türlü resmi ve özel toplantıyı iptal etmiş, zorunlu olanlarda ise “sosyal mesafe” kuralı uygulamış, çalışma saatleri azaltılmıştır. Bu minvalde, yurtdışına giriş-çıkışlar kısıtlanmış; yurtdışından gelenlere ise karantina uygulaması başlatılmıştır; Tüm spor karşılaşmaları, sosyal ve sanatsal etkinlikler iptal edilmiş; kahve, pastane ve restoranlar kapatılmıştır. Bu tedbirlerle de yetinmeyen hükümet, yurttaşlara “evde kalın” çağrısı yapmış; 65 yaş ve üstündeki yurttaşlara da sokağa çıkma yasağı getirmiştir. Süreç kısa zamanda “Evde hayat var!” mottosuyla, ulusal çapta bir kampanya boyutuna evrilmiştir. Çok daha ağır tedbirlerin, hatta ülke çapında sokağa çıkma yasağının da eli kulağındadır
Hal böyleyken; ülkemizde her nedense bir tek mahpuslar (tutuklu ve hükümlüler) için hiçbir tedbir alınmamıştır. Oysa cezaevleri mahpusların evi olmadığı gibi; çok sınırlı beslenme ve hijyen koşullarında toplu halde tutuldukları infaz kurumlarıdır. Günlerini, ağırlıklı olarak kapalı ve hava sirkülasyonu çok az olan bu mekanlarda “sosyal mesafe” kurallarına uyma, fiziksel aktivite yapma imkanı olmadan yaşayan, moral motivasyonu düşük olan mahpusların, doğal olarak bağışıklık sistemleri de çok düşüktür. Bu da mahpusların Covid-19 tehdidi karşısında büyük risk altında oldukları anlamına gelmektedir. Haliyle eğer “evde hayat var”sa, cezaevlerinde açık bir ölüm tehlikesi var demektir.
Her şeyden önce, ister tutuklu ister hükümlü olsun, mahpuslar da insan ve kahir ekseriyeti yurttaş olup, onların da uluslararası sözleşmeler, anayasa ve yasalar önünde vazgeçilmez ve ertelenmez hakları vardır. Nitekim salgın nedeniyle -doluluk oranı bizden çok daha az olan- birçok ülkede, başta acil tahliyeler olmak üzere, cezaevlerinde çok ciddi tedbirler alınmıştır.
Salgının mahpuslara bulaşmadığına dair bilimsel bir veri olmadığı sürece (ki, böyle bir verinin olması da mümkün değildir), devletin onların da sağlığını ve yaşamını hızla güvence altına alma sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu yerine getirmeyen devlet ise, tarafı olduğu uluslararası sözleşmeler ve Anayasa hükümleri karşısında açıkça suç işlemektedir.
Hükümetin salgına çözüm diye yeniden gündeme taşıdığı infaz düzenlemesinin de, gerek çok ağır işleyen bir süreç olması; gerekse, farklı amaç ve hedefleri ile salgına çözüm olamayacağı çok açıktır. Özellikle, tutukluları ve politik mahpusları kapsama alanı dışında bırakan bu düzenleme cezaevlerindeki doluluk oranını, tehdidi ortadan kaldırabilecek makul seviyeye de çekemeyecektir. İktidar bu düzenlemeyle oyalanır ve kamuoyunu da oyalarken; mahpuslar için (dolayısıyla ülkemiz için de) ölümcül salgın tehdidi de hızla büyümektedir.
Şu an doluluk oranı tavan yapmış cezaevlerinde Koronavirüs’e karşı alınması gereken birçok sağlık tedbirinin gerektiği gibi alınamayacağı gerçeği bir yana; en hayati olan “sosyal mesafe” tedbirinin uygulanması ise imkânsızdır. Bu nedenle ülkemiz için tek ve kaçınılmaz çözüm, (-cinayet, tecavüz, cinsel istismar, uyuşturucu ticareti, yüz kızartıcı suçlar hariç- tüm politik tutuklu ve hükümlülerin tahliyesi suretiyle) cezaevlerinin boşaltılmasıdır. Bunun için herhangi bir kanun düzenlemesine de gerek bulunmamaktadır. Bu konuda mevzuat açık olup, gerekli tedbirleri almaya Cumhuriyet Başsavcılıkları ve mahkemeler yetkili ve görevlidir. Bu konuda eksik olan, yalnızca siyasi iradedir.
Buradan hareketle; ölümcül Covid-19 pandemisi karşısında mahpuslar yönünden hiçbir tedbir almayarak onları açıkça kaderine terk eden ve çözüm üretmekte geciktiği her günü manevi bir işkenceye dönüştüren iktidar, bu işkenceye behemahal son verip, asli görevini yerine getirmelidir. Bu arada başta barolar olmak üzere, tüm meslek odaları, sivil toplum örgütleri ve toplumsal kanaat önderleri de, bu yakıcı konuda demokratik baskı gücü olmanın gereğini aynı hızla yerine getirmek zorundadır.
Aksi halde yarın çok geç olabilir...