Av. Abdurrahman Bayramoğlu - İstanbul
8 Kasım 2021
Nazım hüzünlü bir tınıyla, “en fazla bir yıl sürer / yirminci asırlarda / ölüm acısı” der bir şiirinde, zamanın insan duygularını körelten etkisine dikkat çekerek. İçinde bulunduğu yüzyılın, insanı duyarsızlaştırmasından duyduğu üzüntüyü kolaylıkla sezdiğimiz bu dizelerin şairinin, 21. yüzyılda yaşamıyor olması onun adına bir talih olsa gerek. Çünkü ölüm acısı unutulmaya yüz tutmuş bir acı artık yüzyılımızda. Ne yazık ki önce insanca duygular yok oluyor hızla.
Sıra insanın kendisinde…
***
Bilgi çağı, iletişim çağı, derken bilişim çağına dönüşen günümüzde, insani duygular neredeyse denklem dışı kalmış, ya da etkisi hesaba katılamayacak kadar az. Etkisiz eleman yani…
Neredeyse tüm değerlendirmelerde bir yönüyle yer alsa da bütün olarak insanı dikkate alan ve ona göre bir öngörü veya tasarım ortaya koyana rastlamak olanaksız… İnsana dair, insansı zaafları içeren, insani değerleri dikkate alan hiçbir şey, kısaca ‘insan’ yok…
***
Modern toplumun en başat özelliği insanı sıradan bir ‘eleman’a indirgemiş olmasıdır aslında. Her koşulda bir özelliğiyle hesaba katılan bu eleman, siyasi hesaplarda ‘seçmen’, ekonomik hesaplarda ‘müşteri’, savaşta ‘asker’, fabrikada ‘işçi’ olarak sayılır. Üstelik kategorik olarak ayırdıkları kitlelerin, kontrolsüz olarak birlikte davranma olasılıklarına karşı da yasalar ve yasaklarla tedbir alınır.
Topluluklar egemen güçlerce, din, dil, renk, ırk, etnik köken, coğrafi alan, soy ve inanç gibi farklılıklar öne çıkartılarak yapay bir şekilde ayrıştırılır. Böylece aslında bir bütün olarak sömürülen sınıfların, birlikte davranma olasılığı (tehlikesi) olabildiğince azaltılmak istenir. Az olan bu olasılık da grupların birbiriyle çatışması sağlanarak tümden ortadan kaldırılır.
Bu yapay gruplaşmalar giderek kendine özgü bir dil ve davranış modeli geliştirirken grubun bireyleri farkında olmadan diğerlerinden tümüyle farklı sembollerle kendilerini tanımlamaya başlarlar. Hiçbir sınıfsal ve maddi temele oturmayan bu yapay semboller, egemenlerce işlerine geldiği gibi ve işlerine yaradığı süreyle sınırlı olmak üzere alabildiğince kullanılırlar. Bu bazen ırkçılık, bazen dincilik ve bazen bölgecilik şeklinde sahnelenir.
Ötekini şeytanlaştırma görünürde sembollerle açıklanıyor olsa da gerçekte tümünün arka planında sınıfsal bir çelişki yattığı muhakkaktır Ancak 21. yüzyılda bile toplulukların zokayı yutuyor olmaları umut kırıcı…
***
İstanbul’un kadim bir semtinde başlayan elli yıllık yaşam serüvenin son beş yılını, bir gün bu kadim semte döndüğünde kendisine açık bir kapının olduğunu bilerek ve o gün geldiğinde kapıyı çalıp, “Ben geldim anne” diye seslenebilmek umuduyla geçiren bir müvekkilimden dinlediklerim, yukarıda yazdıklarımı düşündürdü bana.
Sendikalı bir işçi babanın oğlundan Fethullah’ın şakirtliğine, İstanbul’lu bir çocuktan Ankara’lı bir abiye, Türkiye’den ABD’ye ve Alp’ten David’e uzanan bir yaşam serüveninin son bölümündeki özgürleşme çabası, sadece ‘insanca’ diye açıklanabilir.
Oysa yoğun propaganda etkisindeki toplum kesimlerinden her biri David Keynes ya da Alpaslan Demir’in Türkiye’ye gelişini kendi sembollerine göre tarif etti ve ediyor aylardır.
Kimine göre hükümetin adamı, kimine göre FETÖ ajanı…
Kimi CİA, kimi MİT bağlantısı araştırıyor…
Kimine göre meczup, kimine göre sapkın…
Bunların tümüne veya daha fazlasına, az ya da çok yakınlaşmış olabilir, hepimizin olabileceği gibi. Ancak en sadık dönemlerinde kendi deyimiyle, “Gerekirse canlı bomba olmaya razı” bir ruh dünyasından, içine düştüğü bunalımdan örgütü ihbar ederek sosyal intiharı seçerek veya gerçekten intihar ederek kurtulmayı deneyen bir ‘insan’ öyküsünden söz ediyorum.
Binlerce benzerinden biri olarak falan Ağır Ceza’da devam eden davasından söz etmeyeceğim burada. Dava kendi yolunda sürüyor, sürecek.
Ben bir insanın özgürleşme çabasından, koca kıtada yaşamakta olduğu sosyal hapislikten kurtulma isteğinden, aşılmaz duvarları aşma, dostlarına, arkadaşlarına ve ailesine kavuşma isteğinden, bir İstanbul meyhanesinde rakı balığa oturma özleminden söz ediyorum. Balık tutmaya boğazın akıntısında ya da…
Her yıl milyonlarca dünyalının hayal edip birkaç bininin ulaşabildiği ABD vatandaşlığı kapısından geçtiği halde, hala gözünün arkada kalmasından…
***
Hakkında birçok şey söylenen ve söylenmeye de devam edileceği kuşkusuz olan Türkiyeli Alpaslan Demir veya Amerikalı David Keynes’in ortalamamız kadar iyi, ortalamamız kadar kötü ve ortalamamız kadar insan olduğunu gördüm…
Avukatı olarak savunma görevimi yapıyorum, yapmaya da devam edeceğim. Yargının vereceği hükmü kimileri adil, kimileri haksız bulabilir. Elbette bizim de bu noktada bir görüşümüz olur.
Yinelemeliyim ki bu yazının konusu asla sürmekte olan dava değil ve sonuçlanıncaya kadar da hiçbir yazımın konusu ‘dava’ olmayacak. Ben burada olayları biraz olsun sembollerimizin kalıplarından çıkarak izlemeyi öneriyorum.
Belki hiçbir şey bize anlatıldığı gibi değildir.
Belki birçok şey yalnızca göründüğü gibidir.
Ne dersiniz, biraz yer değiştirelim mi?
Başka açıdan bakmayı mı denesek?
Her şeyi bilmiyor olabilir miyiz?
Bu olasılığı kabul etmek çok mu zor?
Biraz insan…