Cezaevlerinde bulunan hükümlülerin, koronavirüsün yaydığı pandemik nitelikli hastalıktan korunmaları için infaz koşullarını değiştirerek erken tahliyelerini sağlayacak düzenleme TBMM’ne sunulmuş bulunuyor. Cezaevindeki hükümlülerden bazılarının tahliyesi için salgın tehdidinin çok öncesinde çalışma yapıldığı biliniyordu. Ancak AKP ile MHP’nin aralarında anlaşamamış olmaları nedeniyle bir türlü TBMM ne sunulamayan teklif, bu kez koronavirüsün yaydığı ciddi tehdit karşısında kamuoyu desteğini de arkasına alarak yasalaşacak gözüküyor.
Bilindiği üzere ülkemizdeki 355 cezaevi, kapasitelerinin çok üzerinde ve çok da iyi olmayan koşullarda 290 binden fazla hükümlü ve tutuklu barındırıyor. Bu nedenle kovit-19 salgınının -ki ilk belirtileri görüldü- cezaevlerine sıçraması halinde önüne geçilemeyecek ağır sonuçlardan kaçınmak için gecikmeden önlem almak gerekiyor. Birçok ülkenin, salgından korunmaları için cezaevlerinde bulunanları tahliye ettiği biliniyor. Dolayısıyla cezaevlerinin sağlıklı yaşama olanak veren kapasitesi, adalet ölçütü ve toplumsal duyarlıklar dikkate alınarak bu konuda bir an önce düzenleme yapılmasında yarar bulunmaktadır.
Ancak, infaz düzenlemesi kapsamında hazırlanan teklifin ciddi eksiklik, haksızlık ve yanlışlıklar taşıdığını belirtmemiz gerekiyor.
Cezaevlerindeki nüfusun seyrekleştirilmesine yönelik teklifin bizce en önemli yanlışı ve eksikliği, sadece hükümlülerle ilgili bir düzenleme oluşundan, tutukluları kapsam dışı bırakmasından kaynaklanıyor. Teklifteki ikinci temel yanlış ve haksızlık ise hükümlüler arasında ayrım yapıyor olmasıdır.
Eğer yapılan düzenleme, cezaevi koşullarının olumsuzluğu gözetilerek salgından korunma amacıyla cezaevinde bulunanların “yaşam hakları” gözetilerek yapılıyorsa (ki teklifte covit-19 tehdidine açıkça var.) bu haktan herkesin, öncelikle de tutukluların yararlanması gerekmektedir. Ayrıca, hükümlüler arasında bu açıdan fark gözetilmesi ise yaşam hakkı bakımından kabul edilemez bir argümandır.
Yaşam hakkı, insan haklarının dokunulmaz sert çekirdeği arasında bulunan en temel haktır. Anayasamızın 17/1 maddesine göre “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m.2 ve Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi m. 6 da aynı yönde düzenlemeler olup, bu hak “herkes” için geçerli bir haktır. Bu nedenle devlet, yurttaşlarını etkin şekilde koruyacak önlemleri almak zorundadır. Bu hakkın korunması için devletin sadece negatif tutum takınması yetmemekte devletin, yaşamı tehlikede olanlar için gereken koruyucu önlemleri alması da gerekmektedir. Dolayısıyla devlet, salgın hastalıkları önleyici ve engelleyici önlemleri cezaevinde bulunan yurttaşlar için de almak zorundadır. Devlet bu konuda tutuklu ya da hükümlü ayrımı yapamayacağı gibi, hükümlüler arasında da suç türü bakımından ayrım yapamaz.
Tutuklu, yargılaması süren, henüz hakkında karar/hüküm verilmemiş kişi demektir. Tutuklular masumiyet karinesinden yararlanan kişilerdir. Bu açıdan eğer bir ayrım yapılacaksa hüküm giymiş birisine göre tutuklular, yaşam hakkından öncelikle yararlanma hakkına sahiptirler. Ancak Türkiye’de tutukluluk bir önlem değil, “önceden infaz” olarak kullanıldığından cezaevlerindekilerin tahliyesi konusunda yapılan düzenlemede tutukluların bilinçli şekilde ihmal edildiğini anlamak gerekiyor. Bu şekilde davranışın kamu vicdanını yaraladığından kuşku duyulmamalıdır. Teklifin, cezaevlerinde bulunan tutukluları kapsamıyor oluşunun gerekçesi olarak Anayasanın 138 maddesi ileri sürülüyorsa, bu gerekçe gülümsemeyle karşılanmalıdır. Çünkü mevcut iktidarın Anayasaya bağlılık derecesi dikkate alındığında bu konudaki duyarlığı, ancak tutuklu muhalifleri susturma amacının örtüsü olarak görülebilir.
Oysa ve eğer istenirse, yapılacak yasal bir düzenleme ile adli kontrol önlemleri çerçevesinde tutukluların serbest kalmaları sağlanabilir. Böyle bir düzenleme hem yaşam hakkının üstünlüğü hem geçici olması hem objektif koşullar taşıması bakımından Anayasanın 138. Maddesine aykırı olmayacaktır. Yasal düzenleme şu şekilde yapılabilir: “Halen tutuklu bulunanlar, adli kontrol önlemleri alınarak tutuksuz yargılanmak üzere ilgili mahkeme ve yargıçlık tarafından serbest bırakılırlar. Adli kontrol önlemlerine uymayanlar tekrar tutuklanabilir.” Nasıl ki, bazı suçlar bakımından tutuklama kararı verilemeyeceği yasayla düzenlenmişse, yaşam hakkı bakımından zorunlulukların yaşandığı bugünkü ortamda yargılamaların, diğer adli kontrol önlemleri alınarak tutuksuz yapılması da yasayla düzenlenebilir. Böylece yargı sistemindeki keyfiliklerin önüne geçilmiş olur.
Demokratik hukuk devletinde asıl olan özgürlüklerdir. Bir hukuk devletinde yasaların yorumunun özgürlüklerden yana olması esastır. Devlet özgürlüklerin önüne geçemez. Ancak yargı sistemimizde, “özgürlük hakimi” adı altında getirilen “sulh ceza hakimleri” ve özel yetkili mahkeme yargıçları siyasal iktidarın etkisini üzerlerinde fazlasıyla hissettiklerinden(!) kararlarının da bu etki doğrultusunda olduğu gözlenmektedir. Aslında normal bir hukuk devletinde böyle bir öneride bulunulmaya gerek duyulmazdı. Yargı sistemi bu tür bir sorunu kendi içerisinde çözebilirdi. Ancak ne yazık ki Türkiye, hukuk devleti olmaktan uzaklaşmıştır. Hukuk devleti endeksi sıralamasında 2019 yılı itibariyle 126 devlet arasında 109. sırada bulunuyor oluşumuz ve toplumda yargıya güven duygusunun çok aşağılarda olması bunun kanıt olmaktadır.
Son söz: “Sistem yanlışını düzeltemiyorsa, kendisi yanlış bir sistemdir.[1]”
Av. Dr. Başar YALTI
[1] Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz