Av. Dr. Başar YALTI
Avukatlık Yasasına (AY) göre barolar, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır. Avukatlık Yasasının 76. maddesi dikkate alındığında baroların görevlerini üç ana başlık altında toplamak mümkün gözükmektedir:
A) Avukatların mesleki gereksinimlerini karşılamaya çalışmak (mesleki görevler).
B) Adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunmak, adil yargılanma hakkının uygulanmasını
sağlamak (yargısal görevler).
C) Hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak (toplumsal görevler).
AVUKATLIĞIN DÖNÜŞÜMÜ
Barolar, öncelikle avukatlığa ilişkin sorunlar konusunda çözümler üretmek, bu çözümlerin hayata geçmesi için çalışmalar yapmakla görevli meslek kuruluşlarıdır.
Avukatlığın var olan çok sayıda sorunları arasında belki de en önemlisi, meslekte yaşanan değişim ve dönüşümün yarattığı yansımalardır. Avukatlık, son yıllarda yaşanan toplumsal değişim ve dönüşümlerden büyük ölçüde etkilenmekte ve nitelik değiştirmektedir. Klasik anlamıyla bir savunma mesleği olarak bilinen avukatlık, “hak” kavramına verilen önemin artması ve insan haklarında ortaya çıkan gelişmeler sonucu artık sadece bir “savunma” mesleği olmaktan çıkmış, “hak arama” mesleğine dönüşmüştür. Nispeten yeni ve olumlu yöndeki bu gelişme, avukatlığı daha geniş bir alanda söz sahibi yapacak bir aşamaya taşımıştır.
Öte yandan, küreselleşmenin yarattığı etkileşimler sonucu sermayenin uluslararası akışkanlığı, sözleşmeler hukukunun uluslararası özellik kazanması, teknoloji alanında yaşanan gelişmelerin bireysel ve toplumsal hayatta yarattığı etki ve çeşitlenmeler, teknik konuların hukukla harmanlanmasına neden olduğundan bireysel avukatlık artık yetersiz kalmaya başlamıştır. Bu gelişmenin yarattığı iki sonuçtan birisi, çok sayıda avukatın bir arada çalışma zorunluluğunun ortaya çıkması, diğeri ise meslekte uzmanlaşmaya duyulan gereksinimin artmasıdır. Yasal mevzuatın yetersiz kalmasının da katkısıyla ortaya çıkan bu iki ihtiyaç, başka iki sonuç daha yaratmıştır ki, bunlardan birisi avukatların teknisyenleşmesi, diğeri ise avukatlıkta işçileşmenin ortaya çıkışıdır. Bu sorunların her biri, ayrı ayrı ve derinlemesine incelenmesi gereken konular olduğundan bu yazı kapsamında sadece sorun başlıklarını saptamakla yetiniyoruz.
Ancak yine de belirmeliyiz ki, uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu sözleşmeler ve idari düzenlemeler alanında çalışan hukuk bürolarındaki avukatların büyük çoğunluğu, önlerine konulan işle sınırlı olarak düşünen, kendilerine verilen işi yapıp parasını alan bir “çalışan” haline gelerek, klasik avukatlığın “kamusal” niteliğinden, halkın ve kamunun sözcüleri olma özelliğinden ve adalet değerinden uzaklaşarak birer hukuk teknisyeni oldular. Benzer sorun, icra hukuku alanında çalışan çok sayıda genç avukatın hukukçu kimliğinden uzaklaşarak, “tahsilata” yönelik işlerle ilgilenmek zorunda kalması sonucu da ortaya çıkmış gözüküyor.
Bu başlık altında değinilmeden geçilemeyecek, avukatlıktaki dönüşümü yansıtan yeni ve temel nitelikte asıl sorun ise, “bilinen” avukatlığın tasfiye sürecine sokularak avukatlığın piyasalaştırılmasıdır. Arabuluculuk, uzlaştırmacılık gibi yargıyı bir tür özelleştiren uygulamaların yaygınlaştırılması yanında, yargılama usullerine “pazarlık” yönteminin katılmasıyla birlikte iyice belirginleşen bu süreç, artık gizlenemeyecek bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Bu sürece, hukuk fakültesi sayısındaki enflasyonist artış ve hukuk eğitiminin içler acısı durumu da etki etmektedir. Bu iki unsur, hukuku ve avukatlığı değersizleştirerek avukatlığın tasfiye sürecini hızlandıran katalizör etkisi görmektedir.
Ortaya çıkan vahim tablonun, hak aramaya, adalet olgusuna ve avukatlık mesleğine verdiği/vereceği tahribat ve zararı ne yazık ki barolar ve Türkiye Barolar Birliği yeterince algılayamamaktadır. Avukatı hukukçu kimliğinden, avukatlığı kamusal hizmet niteliğinden uzaklaştıran bu gelişmeler karşısında baroların, meslekteki bu tür değişim ve dönüşümlerin farkında olarak gereken çalışmaları yapması, ortaya çıkan sorunlara çözüm (önerileri) üretmesi gerekmektedir. Ancak baroların, bu gibi konularda çözüm üretme yeteneğine sahip olmaları bir yana farkındalık dahi üretemedikleri yaşanan bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.
ADİL YARGILANMA HAKKI VE BAROLAR
Avukatın yargılamadaki temel görevi, adil bir yargılanmanın gerçekleşmesini sağlamaktır. Ama böyle bir görev tanımı ne yazık ki, Avukatlık Yasasında (AY) veya avukatlıkla ilgili başka bir mevzuatta açıkça yer almamaktadır. Bu durum, avukatların, baroların ve Türkiye Barolar Birliğinin ayıbı olarak görülmelidir. Gerçi AY 2. maddesinde “Avukatlığın amacı; hukuki münasebetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır. Avukat bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis eder.” denilerek dolaylı olarak adil yargılanma hakkını çağrıştıran bir tanımlama yapılmış ise de Anayasa m. 36 da açıkça anılan ve Anayasa 90/son gereğince iç hukuk metni haline gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 6. maddesinde yer alan adı ve tanımıyla “adil yargılanma hakkı” (AYH) ile ilgili bir görev tanımı AY da yer almamaktadır.
Oysa ve bilindiği üzere gerek medeni yargılama gerek ceza yargılaması ve gerekse idari yargılama ve diğer yargılama yöntemleriyle korunması gereken asıl husus, yargılamaların adaleti gerçekleştirecek şekilde yapılmasını sağlamaktır. Yurttaşlara tanınan adil yargılanma hakkının amacı ve anlamı budur. Adil yargılanma hakkı, toplumsal ve temel bir haktır. Bu hakkın gereklerinin yerine gelmesi için çalışmak avukatların öncelikli görevi olmalıdır. Kaldı ki adil yargılanma hakkı, avukatlığın varlık nedenidir, ekmeğidir. Dolayısıyla barolar ve Türkiye Barolar Birliğinin bu hakkın gerçekleşmesi için özel olarak çaba göstermesi, adil yargılanma hakkının hayata geçme koşullarını gözetip sağlaması gerekirken bu yönde, sürekli ve etkili olması gereken çalışmalara rastlanmamaktadır. Barolardan beklenen, adil yargılanma hakkına güçlü şekilde sahip çıkarak, uygulamada gerçekleşmesini sağlamak üzere, etkili bir mücadelenin verilmesidir. Bu mücadele, sadece olaylara bağlı güncel tepkilerle değil, yargı sisteminin yapısal sorunlarını kavrayacak şekilde yürütülmelidir. Adil yargılanma hakkı, avukatların ve baroların halkla, yurttaşlarla iletişim ve etkileşim noktasıdır. Yargıya güvenin yerlerde süründüğü mevcut ortamda, neredeyse her gün örnekleri yaşanan yargısal faciaların önlenmesi konusunda, barolar halkın umudu ve güvencesi olmalıdır. Ne yazık ki, barolarda böyle bir bilincin yeterince oluştuğu söylenemeyeceği gibi avukatların da baroları bu yönde zorlayacak bir anlayışa sahip oldukları gözlenmemektedir.
HUKUKÇU VE TOPLUMSAL GÖREV
Toplumsal düzen, hukukla iç içe geçmiş bir sistem demektir. Böyle bir sistemi, devleti yöneten iradeden ayrı düşünmek pratikte mümkün olmamaktadır. Bu bağlamda hukuk, bir üst yapı kurumu olarak, düzenleyici fonksiyonunu egemen sınıfın/güçlerin isteklerine göre yerine getirdiğinde toplumsal bir değer olmaktan uzaklaşarak özerkliğini büyük ölçüde yitirmekte ve araçsallaşmaktadır. Nitekim, yargı alanında olup bitenlere baktığımızda, hukukun adalet ilkelerine, insan haklarına değil, hiyerarşik bir yapıya dönüşerek, iktidarın amaçlarına hizmet eder hale geldiğini görmemiz şaşırtıcı olmuyor.
Oysa hukukun özü, temel hak ve özgürlüklerin ve insanlık onurunun korunmasıdır. Hukuk, insanların özgürlük, eşitlik ve güvenlik ihtiyaçlarına cevap vermek zorundadır. Bu gereksinim, adaletin yerine getirilmesi olarak da tanımlanabilir. Hukukun, temel işlevi olan adaleti yerine getirmesi, özerkliğinin yapısal olarak korunmasına bağlıdır. Hukuk düzeninin özerkliği, adalet ölçütünü kendisine ilke edinmesinden ve insan haklarıyla bağ kurmak zorunluluğundan kaynaklanır. Hukuk düzeni toplumsal düzenle özdeş bir görüntü verse de hukuka toplumsal bir değer olma özelliğini ve hukuka olan güven duygusunu, edinilen bu yapısal özerklik sağlar. Hukuksal yapısallık, sadece mahkemeler örgütü olarak algılanırsa, toplumdan kopuk ve her türlü dış müdahaleye açık bir görüntü ister istemez ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de, son yıllarda hukuka yapılan saldırılar karşısında, hukukun ne derecede korumasız olduğunun görülmesi bundandır. Oysa hukuk düzenin asıl sahibi, toplumun kendisi olmalıdır. İşte bu noktada, özerk hukuk yapısıyla toplum arasındaki ilişkiyi sağlayacak başlıca kurumsal yapıların barolar olduğu, olması gerektiği gerçeği karşımıza çıkıyor. Barolar, hukuk düzeni ile toplum arasındaki ilişkide aracı olma sorumluluğundan kaçınamazlar. Hukuku toplum adına koruma ve kollama görevi, baroların sorumluluğundadır. Nasıl ki bireylerin yargılamadaki (devlet karşısındaki) temsilcisi avukat ise, toplumun devlet karşısındaki temsilcisi de barolar / Türkiye Barolar Birliği olmalıdır.
Ancak barolarımızın Ülkede olup bitenler karşısındaki suskun tavırları, hukuk ağır darbeler alırken kimi baroların aldırışsız tutumu, hatta iktidarın gösterişten ibaret çalışmalarına verilen akıl almaz destek düş kırıklığı yaratmaktadır.
BAROLARIN YENİDEN YAPILANMASI
Tüm olup bitenler karşısında Baroların, avukatlara ve topluma karşı görevlerini yerine getirebilmesi için yeni bir anlayışla yapılandırmaları gereği ortaya çıkmaktadır.
Yeni yapılanmanın öncelikli ilkesi, ‘hukukçu’ kitlenin, hukukun üstünlüğünün temel değerleri konusunda anlaşmalarını sağlamak olmalıdır. Bu nedenle, kurum olarak baroların entelektüel kapasitesinin artırılması, toplumun ve avukatların hukuksal bilinç eksikliğinin giderilmesi barolara görev olarak düşüyor. Bir başka gereksinim, barolarda yaşanan kurumsal uyuşukluğun yenilmesi sorunudur. Bunun için barolarda, katılımcılığın sistematik olarak sağlanacağı bir yapının gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Mevcut yasal statüye göre baroların antidemokratik bir yapıya ve seçim sistemine sahip olduğu açıktır. Türkiye’de halen uygulanmakta olan “tek adam” yönetimin bir başka versiyonu barolarda yaşanmaktadır. Baro başkanları, baronun “tek adamıdır”. Gözden kaçmış bu, otoriter/antidemokratik yapılanmadan ve anlayıştan baroların bir an önce kurtulması gerekmektedir. Böyle bir yapının yarattığı temel nitelikte başka bir sorun, yabancılaşma sorunudur. Baronun hukuka, avukatın baroya olan yabancılaşmasını ortadan kaldıracak yol ve yöntemler bulunmadığı sürece, avukatın baroya sahip çıkması mümkün olmayacak, “tabanı olmayan” baroların da meslek kuruluşu veya demokratik kitle örgütleri olarak kamuoyu ve iktidar üzerinde bir etkileri olmayacaktır. Dolayısıyla avukatla baro, baro ile avukat arasındaki yabancılaşmanın kaldırılması, çözülmesi gereken temel bir iç sorundur.
Yabancılaşma ortadan kalkar, demokratik, katılımcı, hukuk bilinci gelişmiş bir baro anlayışı ve yapısı oluşturulabilirse, sorunları çözmede yeteneği ve etkisi olan bir baro yaratılabilir. Ancak böyle bir baro, hukuk güvenliğini sağlamada, adil yargılamanın önündeki engelleri aşmada, tarafsız ve bağımsız bir yargı sisteminin kurulup işlemesinde, insan haklarının korunmasında, hukukun üstünlüğünün sağlanmasında topluma yardımcı ve destek olabilir. Böylesi baroların üst örgütü olan Türkiye Barolar Birliği de elbette iktidar yandaşlığına soyunarak ulufe peşinde koşmaz.
Av. Dr. Başar YALTI