Gazetelerde okumuştuk bir tarihte…
Hangi ülkeden olduğu lazım değil, sonuçta etiyle kemiğiyle aynen bizim gibi olan “Adem”in biri, gittiği her ülkeye som altından yapılmış klozetini de götürüyor denmişti, Türkiye'ye de öyle gelmişti...

Niye?
Vazgeçemiyor besbelli. İlle de “altın”a yapacak.
Üstelik kimseden saklayıp gizlemediğine göre belli ki bunun bilinmesini itibar sağlayan bir şey sayıyordu.
Altın altta o üstte olunca "seviyem bu" demek istiyor da olabilir.
Bilmem, aynı heveslerde olan birileri de var mı bizde de.

Aslında ne kadar zor bir durum.
Oysa böyle şeylerden vazgeçebilmek, istediğini istediği yerde yapabilmek o kadar büyük kolaylık, o kadar da rahatlatıcıdır ki sormayın.
Kim bilir belki bunu ona da söylüyorlardı ama takıntılarından dolayı dinletemiyorlardı.

*

Sanki “saltanatmış” gibi gösterilip kabullenilen bu işler siyasette de görülüyor son zamanlarda.
Bir eski siyasetçinin deyimiyle, bu vazgeçemeyenler “koltuğa arap zamkıyla yapışmış olmalı”.

Ne diyeceksiniz?
İnsan doğasının kimilerinde ortaya çıkan olumsuzluklarından biri de bu tür şeyler olmalı.

Belki de olayı şu fıkradaki gibi anlamak gerek:
Yaşamında pek köyünden dışarıya çıkmamış, oralarda da fazla bir şey görmemiş biri, her nasılsa gittiği uzaklarda bir yerde ilk defa siyah incir görüp yemiş.

Şahane bir meyve, tadı damağında kalmış.
Üzerinden yıllar geçmiş…

Bir gün yine oralara yolu düşmüş. Yediğinin aynısından bulup o tadı bir kere daha alacak…
Ama adını bile unuttuğu ya da bir türlü öğrenemediği için onu nasıl anlatsın?
Gitmiş manava, hani Karadeniz’in bir “patlıcan inciri” vardır ya, belki adını onunla da biraz karıştırarak sadece tarif edebilmiş:

“Rengi siyaha yakın mor, dışı deri gibi, içinde çekirdekleri var”… falan.

Manav “tamam, ne istediğini anladım” deyip adama patlıcanı uzatınca, bizimki şöyle evirip çevirip iyice bakmış, emin olmak için bir ısırık aldıktan sonra suratını buruşturup: “Yahu” demiş, "Tamam o dediğim de böyle bir şeydi ama önceki geldiğimden bu yana sanki sen bunu hem uzatmışsın hem tadını kaçırmışsın!”

Ne diyelim?

Hem uzatıp hem tadını kaçıranlara gitsin bu laf.

*

Adamın olayı algıladığı biçimde düşünürsek, ne yazık ki insanlar bazen çok şeyde olduğu gibi siyasette de işi hem uzatıp hem tadını kaçırmakta oldukça ısrarlılar. Üstelik kendileri açıkça söyleyemiyorlar ama söyleyecek olsalar sanırım “Ölürüm de bırakmam” diyebilecek kadar da istekliler gibi.

Niye peki?

Daha doğrusu soruyu şöyle sormakta yarar var:
“Uzayınca tadı kaçtığı belli de bu işte ısrar etmekteki amaç ne?”
-Altınlı maltınlı daha fazla varlığa ulaşmak, bunu herkese göstermekle daha büyük bir mutluluğu yakalamak arzusu mu?

Sanmıyorum.

O yukarıda altın klozetini gittiği yere taşıyan adam mesela; bir gün bundan vazgeçip herkes gibi “yaptığında” insanlar onun fakirleştiğini mi düşünecek ki?
-İncir niyetine yenen patlıcan gibi yaşamının tadı iyiden iyiye kaçarken, "yetti artık" bakışları arasında işi daha da uzatmak o kişiye giderek artan bir keyif mı verecek?

O da olmamalı.
Çünkü uzadıkça tadının kaçtığını daha başında söylemiştik.

Karşıdan bakıldığında anlaşılmasa da, işin içinde olup yaşayınca insana yüzünü ekşittirecek kadar tatsız gelebilecek bir şey değil mi o tür iktidar ısrarları?

Niye peki?

Aynı etten, aynı kemikten olan biz sıradan insanlardan birileri, bazen nasıl oluyor da yaşamdaki mutluluğu herkesten çok farklı yerlerde arıyor? Ya da –hadi bir süreliğine tadına vardılar diyelim- ama işin giderek tadı kaçtığında niye o “vazgeçebilme şanslarını kullanarak” bu giderek artan sıkıntılarından kurtulmayı, kendini mutlu kılacak her türlü hacetlerini sıradan insanlar gibi gidererek şu kısa ömürlerinin geri kalan kısmını huzur içerisinde yaşamayı neden düşünemiyorlar?

Bir insanın mutluluğu, temel ihtiyaçları karşılanıp yaşamını sürdürmeye yetecek kadar varlıkla, ama kendi başına kalıp düşündüğünde iç huzurdan hiçbir şey kaybetmeden yaşamakla yeterince sağlanamıyor mu?

Düşünsenize…
Karnı tok, içi huzurlu, kimsenin nefret duymadığı ama güneşli bir günde çimenlerin üzerinde yatan bir adamın bahtiyarlığında olmak…

Onun bu yaşamdaki mutluluğu ile yukarıda anlatılan "adem"lerin mutluluğu hiç aynı olabilir mi?

Hatta çayırda sırtüstü yatanın yaşamı o “altın”a yapandan, o açık seçik mutsuzluğuna rağmen gösteriş ısrarından vaz geçemeyenden daha da özenilecek gibi değil mi?

Kim bilir…
Biz dışarıdan bakınca anlayamıyor da olabiliriz. Belki de öyle değildir, bir şeylerden vazgeçebilme mutluluğunu fark edemiyor ya da "yapamıyorlardır" onlar.

Hani “Dertleri zevk edindim, bende neş’e ne arar” diye bir şarkı bile var ya…

Sorsan: “Sen şimdi yeniden doğacak olsan ve seçimini yapma şansın olsa; yine böyle bir yaşam mı sürmek isterdin yoksa o çimenlere uzanmış, bahar güneşinin ılıklığı altında gamsızca göğün maviliklerini seyreden adam gibi mi ?” diye…

Ne der acaba?
“Ben bu dünyaya sadece yaşamaya ve sadece mutlu olmaya" geldim” diyebilir mi?
Bilemiyorum.

Oysa şu patlıcan tadındaki mecburiyetlerden ya da takıntılardan “vaz geçebilmeyi bilme” mutluluğu o kadar güzel, o kadar da rahatlatıcı bir duygu ki…

Aynen Nazım Hikmet’in 1962’de yazdığı romanına koyduğu isim gibi:
“Yaşamak” güzel şey be kardeşim!