Bu okumakta olduğunuz, yayınlanmış ve tümüne kolayca ulaşılabilecek ekonomi-politik yazılarımın 766.cısı.
İçeriklerindeki bazı bilgi ve rakamlar güncelliğini yitirmiş olsa bile; günlük siyasette dün söylediğini bugün reddetmekle itibar görmenin öne çıktığı bu dönemde on yılı aşkın bir süredir yayında ve hala gözler önünde olan bütün yazılarımın altına yine imzamı atarım.
Yazmanın en azından görevim olduğu kabulüyle şüphesiz devamı da gelecek.
Yayınlandıktan sonra -eş dostun takılmaları dışında- arkalarından önemli bir eleştiri almadığımı da gördüğüm için oldukça mutluyum.
Ancak onları, “bu yazıları yazan kişi” kimliğimden mümkün olduğu ölçüde sıyrılarak tekrar okuduğumda, çoğu yazının aslında pek o kadar da önemli bir tesbit ya da iddia olmadığını, ülkemde bunu bilen, düşünen ve yazabilecek olan pek çok kişi bulunduğunu görüyorum.
İşte o zaman şu soruyu soruyorum kendime:
Acaba ben, olsa olsa eskilerin “malumu ilan etmek” dedikleri bir şeyi mi yapıyorum?
Yazıma bu girişle başlamamın nedeni sadece bu ufak tereddütüm.
Dolayısıyla yine aslında bilinen ama ne yazık ki bugün de tekrar tekrar söylenmesi gereken” bir şeyleri yazmak zorunluluğu ile karşı karşıya olduğumu düşünüyorum.
*
Türkiye bugün ekonomi dahil pek çok açıdan kırılgan -hatta ciddi ciddi kırılmış- durumdadır.
Bu tablo ne yazık ki birilerinin fark etmeden ya da fark da ederek göz göre göre taraftarı olmalarıyla bir çöküşe gidişi göstermektedir.
Konu oldukça geniş ama bu yazının çerçevesi ekonomi ile sınırlı.
Bakın ne oluyor…
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı günleri sonrasında yine ne yazık ki o kuruluştaki siyasi ve buna bağlı olarak ekonomideki öğünç verici tavrından uzaklaşmaya başlamıştır.
Şüphesiz o tarihlerde yükselen soğuk savaşın yarattığı arayışların yanı sıra yeni tanışılan demokrasinin yarattığı imkanları kendileri için bir fırsat, bir vasıta sayan bir kesimin hamleleri, bu kaybı daha da hızlandırmış ve nihayet bu günlere gelinmiştir.
“Her mahallede bir milyoner yaratacağız” diye yola çıkılmış, kimi mahallelerde dolar milyarderleri dahi yaratılmış ama altta kalan ucuz işçidir hesabıyla mahallenin geri kalanının sırtına binilmiştir.
“Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” denmiş, aslında halkın egemenliğini savunması gereken demokrasi, "bir biçimde yönlendirilen" halkın elinden alınan vekaletle “halka rağmen” bazı şeyler yapmanın “hile-i şer’iye” türünden uygulanan yöntemi kabul edilmiştir.
Oysa, bizim gibi “gelişmekte(!) olan ülkelerde” hem siyasette hem ekonomik alanda yapılması gerekenler bu yapılanlardan farklı olmak zorundadır.
Çünkü küresel ekonomik ilişkilerde eşit olmayanlar arasında eşitlikten söz etmek aslında en büyük eşitsizliğin ta kendisidir.
Örneğin 1948 yılında ekonomik kalkınmamızı sağlama amacıyla OEEC’ye (Şimdiki OECD) girilmiştir.
İşte o girildiği tarihte ve bugün hala daha o kurumun internet sitesinde ne yazılı olduğunu biliyor musunuz?
Bakınız ne diyor o sayfada kendilerini tanıtanlar:
“OECD'nin öncüsü, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'nın yeniden inşası için Marshall Planı kapsamında Amerikan ve Kanada yardımını yönetmek üzere 1948’de kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OEEC) idi.”
Kaynak: https://www.oecd.org/60-years/
Bu iki kurucu devletin General Marshall’ın “planı” doğrultusunda Türkiye’yi de yönetmesi onların bir kabahatleri mi?
Hayır, asla…
Her ülkenin kendi çıkarlarına göre bir dış politika yürüttüğü bu dünyada kimsenin kimseyi amacından dolayı eleştirmesi doğru olmaz. Aksine, bağımsızlığına önem veren her ülkenin yapması gereken şey diğer ülkelerin kendi çıkarlarını gözeten kurumlarını kurtarıcımız olarak kabullenme gafletine düşmemek, her zaman kendi çıkarını kollamak.
Bunu 6 Mart 1922’de Meclis’in bir gizli oturumunda büyük kurtarıcı ve yol gösterici bütün açık sözlülüğüyle ve anlaşılır bir biçimde şöyle ifade ediyordu:
“Artık ıslah-ı hal etmek (durumu düzeltmek/iyileştirme) için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın amaline (emellerine) göre tedvir etmek (yürütmek/yapmak), bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler küşayiş buldu (belirdi). Hâlbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nesayihiyle (nasihatları/öğütleri) ecnebilerin “planlarıyla” yükselebilsin.
Tarih, böyle bir hadise kaydetmemiştir”.
Ama biz daha 1948'lerde Marshall “Planı” ile yani birilerinin kendi çıkar planları içinde kalkınacağımızı düşünüp onu tercih etmiştik ve dolayısıyla bu günlere geldik.
Ne oldu?
1.Türkiye bütün milletlere örnek olan kurtuluş ve kuruluş felsefelerinden, uyguladığı başarılı reçetesinden ayrıldı ve şu anılan ve diğer “plan”ların parçası olarak kalkınabileceğini kabul etti.
Bu kabuller acaba ne kadar iyi niyetli ama yanlış düşüncelerdi, ne kadarı gizli bir planın bilinçli adımlarıydı kimse bilemez.
2.Türkiye, çoğu kimsenin adını bile söylemekten çekinip “piyasacı” dediği kapitalist sisteme bel bağlayarak onun koşulları içerisinde kalkınacağını, yine de bağımsız bir ekonomiye ve dolayısıyla bağımsız bir ülkeye sahip olacağını düşündü.
Oysa kapitalist sistemde adeta bir bileşik kaplar olayı vardır. Bilinen bir şeydir, bileşik kapların bir ucundaki suyun düzeyi kabın öbür ucundaki suyu basar. Dolayısıyla, “Artık biz de aynı piyasa denizindeyiz” dendiğinde, batının gelişmiş ülkelerinin sermayesi, o sermayelerinin güçlü işletmeleri, gelişmiş malları, gelir sizin korumasız bıraktığınız kendi piyasanızın tepesine basar. Böyle bir durumda sizinle aynı koşullarda olmasını kabul ettiğiniz yabancı sermaye kendi iç piyasanızda önce yerli malınıza rakip olur, sonra sizi siler atar.
Bugün Türk ekonomisinin önemli kaleleri yabancı yatırımcıların elindedir ve şu ortamda, piyasamızı cazip buldukları, karlı saydıkları oranda bu ilerlemeleri devam edecektir.
Bugün ithalat dizginlenemez, ödemelerine para yetiştirilemez durumdadır. Mamul ya da yarı mamul yabancı ürünün yanında sözde bizde üretilen pek çok malın üreticisi de aslında dış sermayedir.
İş böyle olunca ne içeride ne dışarıda bir şeyler üretip ekonominizi güçlendiremez, iş hayatında giderek ve en fazla bu ekonominin baş bayilerinden, ithalatçısından, tezgahtarından ibaret olursunuz. Halkınız müşteri, çalışanlarınız ucuz işçi kabul edilir.
3.Ekonomi, siyasetin dinamiği yani itici gücüdür. Ülkenize gelen yabancı sermaye piyasanıza girdiğinde hiçbir zaman sadece “kısa günün kazancı” ile yetinmez, bu kazancın devamını ve ileride bir engelleme ile karşılaşmamak için durumunun hukukileşmesini, kurumsallaşmasını ister. Bunu sağlayabilmek için de bir yandan kendini sağlama alacak yasaların çıkmasını, diğer yandan kendisine bu yasaları çıkartacak siyasi yapının sabitlenmesini ister.
Dolayısıyla ekonomi ile başlayan teslimiyet giderek siyaseten teslim olmaya varır.
İşte bu nedenle bu sarmaldan kurtulmanın yolu, bir an önce “durumun gerektirdiği ölçülerde” bir tavır değişikliği ile gerekli önlemleri almaktır.
Bu şüphesiz bir köşe yazısının ölçülerini aşar ama yine de ifade etmek gerekirse, Türkiye’nin bu neo-liberal “hava”lardan çıkıp “kendini korumacı” bir tercihe yönelmesi, adeta “silkinmesi” gerekir.
Çünkü “hem kucakta oturup hem bağımsız kalacağız diye düşünmenin” olabilir tarafı yoktur.
Baştan da söylediğimiz gibi; bu çok da bilinmeyen bir şey mi?
Yoo, ne ilgisi var?
Aklı başında, biraz ekonomi ve siyaset okuması olan hemen herkesin bildiği bir gerçektir. Ama buna rağmen yine de tekrar tekrar söylenmelidir.
Çünkü bilenler her fırsatta söylemedikçe ortada dolaşan diğer söylemler bu konuya çok da yakınlığı olmayanlarca "doğru" sayılmakta, kamuoyu aynen “plan”landığı gibi böyle yönlendirilmektedir
Ama bir yandan da demokrasi de vazgeçilmezdir ya…
Bunları bilenler, demokrasinin “Demos”u yani halkı her fırsatta bilgilendirmedikçe ne yazık ki zaman içerisinde “milli irade” de yanlışa düşebilmekte, o sarmal kendi yarattığı sistemi içinde ekonomimizi de siyasetimizi de biraz daha sarmaya devam etmektedir.