Halkın parasıyla halkı idare ederken "vergiler üzerine"
"Vergi salma yetkisi yasamada mı olmalı, yoksa yürütmede mi?"
Bu soru, vergi konusunu derinlemesine düşünmemiş ya da “benim ilgilendiğim bir şey değil” diyenlere çok anlamsız gelebilir.
Üstelik konu belki de böyle bir başlıkla ortaya atılmamıştır bizde. Ama, bu iş tarih boyunca çok tartışılmış hatta üzerinde hayli çatışma yaşanmış bir meseledir,
Bilmem hiç düşündünüz mü?
Haydi herkes tarafından ve kolayca anlaşılsın diye biraz açalım konuyu.
Diyelim ki “memleketin şu ya da bu konuda ve şu ya da bu kadar vergi toplamaya ihtiyacı var” dendiğini duydunuz.
Bunu kim der hiç düşündünüz mü?
İlk akla gelen “yürütme” yani iktidar tabii. Çünkü devlet adına iş yaparken ihtiyacı olan parayı vergi yoluyla onun toplaması gerekiyor.
İkincisi?
İkincisi de parlamento, yani bizim dilimizdeki adıyla meclis. O mecliste de, ya tek başına ya da bu konuda bir araya gelen birkaç milletvekili veya bir parti ister bunu değil mi?
Şu bilgiyi de ekleyelim; “şöyle bir vergi kanunu çıksın” ya da “şu vergi kaldırılsın” diye önerilen isteklerin adına, iktidar partisi istediğinde “tasarı”, muhalefet isterse “teklif” deniyor uygulamada.
Peki bu adlandırmadaki fark neden?
Soracaksanız onu da söyleyelim: İktidar partisi istediği zaman, matematik olarak bu isteğin meclisten geçme şansı daha yüksek olduğu için ona tasarı diyoruz. Muhalefet istediğinde genelde pek kabul görme şansı olmadığı için, de -hani teklif bizden, takdir meclisten der gibi- geldiğinde buna da “teklif” deniyor.
Ama adı ister tasarı ister teklif olsun, bunların mutlaka meclisten geçip bir “kanun” halini alması gerekiyor.
Çünkü anayasalarda genellikle “Vergi kanunla alınır” deniyor.
Nitekim bizde de 1924 Anayasası dahil hep böyle yazılmış.
Peki bu “şartın” neredeyse bütün anayasalarda yer almasının nedeni ve önemi ne?
Niye ille de yazılıyor, yazınca ne oluyor, yazmazsak ne olur?
Söyleyelim: Vergiyi alan iktidar, vergiyi verecek olanlara olmadık vergiler yükleyip onları zora sokmasın, yani “Ey millet, düşündüm de, şu kadar vergi vermenizi uygun gördüm, haydi ödeyin bakalım” diyemesin diye.
*
Büyük olay çok öncelere dayanıyor ama ilk defa 1215 yılında İngiltere’de şu ünlü “Magna Carta” ile tarihe geçiyor.
Muhtemelen herkes bir biçimde duymuştur bu iki kelimeyi.
İşte o tarihten 150 yıl kadar öncelerinde İngiltere kralları “Elime biraz daha fazla para geçsin de şu ülkeyi keyifli bir biçimde idare edeyim” diyor diye olacak ki, o zamanın güçlüleri olan feodallerden sürekli yeni vergiler istiyor, mevcut vergilerin oranlarını da ağırlaştırıyor.
“Baronlar” dediğimiz o güçlü toprak sahipler de bu nedenle ayaklanıyor ve zaman zaman kral ile karşı karşıya geliyorlar.
Yıllarca çatışıyorlar, anlaşıyorlar, anlaşmalara uyulmuyor falan…
Ancak 1214 yılına gelindiğinde dönemin kralı John Fransızlarla yaptığı savaşı kaybedip gücü sarsılınca, masa bir kere daha kuruluyor ve nihayet 1215 yılında baronlarla kral arasında “Magna Carta Libertatum” yani “Büyük Özgürlük Fermanı” diye tarihe geçen sözleşme yapılıyor ve o meyinde kralın baronlarla anlaşmaksızın her istediği vergiyi salamayacağı, bunun ancak onların da kabul etmesiyle olabileceği şarta bağlanıyor.
İşte bu olay, neredeyse o tarihten bu yana, ve bu gün için de hemen bütün anayasalarda yer verilen “Vergi kanunla alınır” temel kuralını doğuruyor.
*
Neden bir “temel kural”?
Şunun için: Çünkü her devlet için anayasalar, o ülkedeki “düzenin”, “iktidar-yurttaş ilişkisinin” temel kurallarını tesbit ve ilan eder. Dolayısıyla bir ülkede anayasa ne kadar önemliyse “vergi kanunla alınır” kuralı da o kadar önem taşıyor.
Böyle olmazsa olmaz mıydı?
Olmuyor, çünkü yurttaşların “gel bizi yönet” diye yetki verdiği “iktidar”ın yarın bu yetkiye dayanarak; “madem siz bana yönetim yetkisi verdiniz, o zaman ben de size şu vergiyi uygun gördüm” demesi, sonuçta yurttaşların cebini, işini, refahını yani bütün yaşamını ilgilendiriyor.
Dolayısıyla “vergi salma” işi, milletin bütün fertlerine tek tek sorulamasa da onların temsilcisi olan millet vekillerinin kabul etmesi ve ancak böylece uygulanabilmesi şartına bağlanıyor.
Tamam, madem biz de anayasamıza böyle olacağını yazdık; o zaman tartışacak bir şey de kalmıyor diyebilir miyiz?
Hayır diyemeyiz…
Çünkü biz bunu kendi anayasamıza yazdıktan sonra 1971 yılında ve “o günün koşullarında” iktidarı güçlendirici bir ekleme yapıyoruz (Madde 73/4) ve icra organına yani iktidara “Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi”ni veriyoruz.
Peki vergiciliğin o temel kuralını bozduk mu şimdi?
Acaba vermese miydik?
Bu konuda iki görüş ortaya çıkıyor:
Birincisi, yani şu vergi işinde iktidarın elini biraz güçlü kılalım diye düşünenler “Evet verelim, çünkü anayasalara fazla detay yazılmaz, vergi teknik bir işitir ve zaman içerisinde ekonominin ve yaşamın koşulları değişeceğine göre bu iş her seferinde kanun çıkarmakla yürütülemez. Üstelik meclisten kanun çıkarmak her zaman kolay iş değildir, bu işi biraz kolaylaştırmakta yarar vardır” diyor.
İkinci görüştekiler ise “Vergi kanunla alınacaksa bunun anlamı sadece verginin adını ve bir başlangıç oranını koyup sonra da bunu şu ölçüde indirmeye, şu kadar arttırmaya, istisnasını muafiyetini düzenlemeye yetki verince vergide kanunilik sadece şekilde kalır, üstelik bu iletişim çağında kanun çıkarmak ve halkın temsilcilerinin görüşünü almak sorun değil, bugün olmazsa yarın yapılabilir”. Biz öyle konuşmadan, tartışmadan sürpriz vergilere razı olamayız diyor.
İşte bu iki farklı görüş ortada ve her ikisinin de haklı tarafları varken sonuçta o temel kuralın amacına da ters düşmeden bir orta yol bulmak, sadece birine “sonuna kadar haklıdır” dememek gerekiyor.
Çünkü kanunlar kolay değişmediğine göre bu yetkinin bir kere yanlış ya da abartılı kullanılması sonuçta vergiyi alan ile veren arasında bir çelişkiye, ekonomide bazı istenmeyen gelişmelere yol açma olasılığını taşıyor.
Örneğin bizim KDV yasamızın 28. maddesine göre kanunda öngörülen genel oran yüzde 10 iken bu şimdi 18 olarak uygulanıyor. Ama yine aynı kanunla verilmiş yetkiye göre bu oran iktidar tarafından dört katına kadar arttırılıp % 1 'e kadar indirilebiliyor. Hatta, bu oranlar dahilinde, muhtelif mal ve hizmetler ile bazı malların perakende safhası ve inşaatın yapıldığı arsanın ve konutun vergi değeri ve bulunduğu yeri esas alınarak konut teslimleri için farklı vergi oranları tespit edilebiliyor.
İşte bu durumda örneğin %18 olan oranı %40’a çıkarmak, herhangi bir maldaki istisnayı kaldırmak, daraltmak vb. mümkün oluyor.
İşin bir başka sıkıntısı da, 1984 yılında konan bu hüküm yıllar içinde vergi ya da ekonomi konusundaki değerlendirmeleri birbirinden farklı olan ve ileride de farklı olabilecek olan çeşitli iktidarlarca, üstelik her dönem meclisteki çoğunluğunun yapısı değişmekte olduğu halde aynen devam ediyor olması.
Hadi bunu da örneklendirelim:
Diyelim ki yarın A iktidarı gelip “nasıl olsa yetkim var deyip” vergiyi katlıyor, ertesi gün B iktidarı gelip “bu vergiler fazla” diye hiç öyle meclise falan sormadan bir gecede değiştirebiliyor.
Var mı bir engel?
Yok tabii. Dileyenler her zaman o sözünü ettiğimiz maddeye ve bu tür yetkiler veren diğer maddelere bakabilirler.
Peki, ne yapmalı o zaman? denecektir…
Ekonominin bu kadar kırılgan, piyasadaki rekabetin bu kadar keskin ve vergi ihtiyacının zaman zaman yüksek olduğu ekonomilerde şüphesiz ilk söylenecek, daha doğrusu umulacak olan; bu yetkinin ekonominin gerçek ihtiyaçlarına ve halkın, işletmelerin ekonomisine fazla baskı yapmayacak biçimde kullanılması, siyasi tercihlerle bir kısım sektörde ya da ürünlerde vergi üzerinden kimseye “jest” yapılmaması falan.
Ama bu sadece iyi niyetli bir dilek olabilir.
Bunu Anayasa ya da kanunlarla “düzen”lerken;
-Yetkinin ancak “gecikmesinde ekonomiye zarar verebilecek” ya da eski deyimle “tehirinde mazarrat olacak” durumlarda kullanılacak şekilde verilmesi.
-Diğer durumlarda yine mecliste tartışılması.
-Bir idari işlem olarak yargının süzgecinden geçirilmesi,
-Hatta belki de, bu konuda kullanılan her yetkinin, örneğin 30 gün falan gibi belirli bir süre içerisinde meclisin “icazetine” yani “yapılanı biz de onaylıyoruz” demesine, denmediğinde iptal edilmesine bağlamakta yarar var.
Aksi halde, fiyat yoluyla ekonominin bütün dengelerini; üretimi, tüketimi, kazançları oldukça etkileyebilecek bu uygulama her zaman için bir sıkıntıya neden olabilecektir.
Sadece biz sade yurttaşlar için mi?
Değil tabii…
İçerideki yatırımcılar kadar dışarıdan gelmesini beklediğimiz yatırımcılar için de.
Daha doğrusu ve özet olarak: “istikrarlı” bir vergi düzeni için.