"Hayat hoştur, gerisi boştur",
"Yaşamak güzel şey be kardeşim" falan da...
Türkiye’de şu iki ciddi konuda büyük bir “tevekkül” var:

-Biri büyük İstanbul depremi,
-İkincisi büyük ekonomik kriz.

“Tevekkül” diyoruz;
Çünkü bir nedenle konusu açıldığında bu konular “Dur bakalım ne olacak” ya da “Allah geçinden versin” denip geçiştirilir.
Oysa bu “geçiştirme” aslında gün geçtikçe büyüyen sorunları daha da ciddileştirmekten başka bir şey değil.

Garip bir sessizlikle- neredeyse herkes “beklemede”...
Oysa her ikisi de zamanın ilerleyişiyle birlikte bize adım adım yaklaşıyor ve biri geciktikçe diğeri geciktirildikçe o “stres” dediğimiz “gerilimleri” yükselmeye devam ediyor.
Belli ki “o gün” ne kadar gecikmişse, olay da o kadar “şiddetli” olacak.
Çünkü her ikisi de, kendilerini oluşturan nedenler sürdükçe gecikmekten “beslenmekte”ler.

Açalım konuyu biraz:
-Doğada:
Yer küre üzerindeki kıtaların hareketi durmadığına göre sallantısız olarak geçen her an, belli bölgelere bir gün mutlaka gelecek olan depreminin “şiddet”ini yükseltiyor.

-Milli ekonomide:
Giderek artan üretimsizlik, turizmdeki gerileme, yükselen işsizlik ve artan ticari açıklar ekonominin giderek daha büyüyen ve sonunda patlayacak olan sorunlarının üst üste yığılmasını, günü geldiğinde derin bir “kriz”e dönüşecek olmasını “besliyor”.

Bunları düşünürken biz yurttaşların tek bireyler olarak yapacağımız fazla bir şey yok gibi. Ama işin kötüsü, bir şeyler yapabilecek olanların, “bizi yönetin” diye seçtiklerimizin de yaptığı fazla bir şey yok.

Sanki, “Şimdi bizden memnunsunuz ya…” diye “günü kurtarma”yı yeterli görüp gerisine pek aldırış etmiyorlar gibi.
Ve sanki toplumun önemli bir kısmı da "biz onlardan ve yaptıklarından memnunuz deyip her seçimde "helallık" veriyor kendilerine.

Onların o kendi hesaplarına “kurtardıkları” ama sona doğru yaklaşan tek bir gün bile çok önemli aslında.
Yaşadıkları siyasi dehşet ve cehennem içerisinde İşin gerçekten farkında olmayabilirler mi?
Onu da bilemiyoruz.

Oysa -eğer özeniyorlarsa- politikacı sıfatlarını bu işin bir üst aşaması olan devlet adamlığına çevirmelerinin yolu; bu ülkenin öyle günübirlik değil de uzun vadeli sorunlarıyla da uğraşmaları değil mi?
Çünkü politika “geçici” ama devlet “ebed müebbed” yani sonsuz ve bu topraklarda her zaman bir halk olacak.

Hani iktisatta bir şey anlatılır:
Klasik iktisatçıların ağababalarından Adam Smith’e ekonomideki dengesizliklerden söz edilip kapitalist sistemin buna çare bulamadığı söylendiğinde “Merak etmeyin uzun dönemde her şey dengeye gelir demiş ve Neo klasiklerden Keynes de çıkıp “İyi ama o uzun dönemde biz ölmüş oluruz” yani bunu göremeyiz diye cevap vermiş ya…

Acaba şimdiki politikacılar da böyle düşünüp “Nasıl olsa ben o kıyamet günlerine kadar ölmüş olurum” deyip bu işlerle uğraşmaya gerek görmüyor, sadece kendi gününü kurtarmaya mı bakıyorlar ki?
Oysa kişiler için “kısa” ama bütün bir millet için “uzun” olan dönemlerde bir gün onlar ölüp bu işin sonucunu göremeyecek olsalar bile halkımız görmeyecek mi?
Bunların giderek büyüyen faturası, devri iktidarlarında onlara çıkmasa bile mutlaka halka çıkmayacak mı?

*
Deprem.
Ne tuhaf… Yer kabuğu irili ufaklı sarsıldıkça yüreğimiz ağzımıza gelir...
Ama bilim adamları buna adeta şükrederler biliyorsunuzdur.
Aman derler; sarsılsın da yerin altındaki stres azalsın, birikmesin.
Adeta, büyük bir borcun arada sırada ufak ufak taksitlerle ödenip hafifletilmesi, sırttaki yükün hafifletilmesi gibi.
Çünkü ödenmezse, biriken faiziyle sonunda sıkıntının kapıya dayanacağı, belki bir yıkım yaratacağı besbelli.

Türkiye ne yazık ki bilim insanlarının “bir gün mutlaka İstanbul’da yaşanacak” dediği ve ekonomiyi göçertmek de dahil ülkede büyük bir çöküntüye yol açacak depreme karşı hazırlıklı değil.

Ne bu gidişle “ben yaptım oldu”cu inşaatçıların ürünü çürük binalar hızla yenilenebiliyor ne de o “olası” değil sadece “olması beklenen” depremde kaçılacak, yaralı taşınacak bir meydan bırakıldı koca kentte.
“Olmaz olur mu, vardır tabii” diyen olursa onlara önce “senin sokağında bir araba park edecek yer var mı bana onu söyle şimdi” diye karşılık verebilirsiniz.

Günlük politika, bu konuda sorunu çözmek yerine “sorundan çıkar sağlama” peşinde gibi ne yazık ki.
“Nasıl?” diyene de, kentsel dönüşümün ancak “ticari cazibe”yle, ve inşaatçılar kar edebildikçe ilerleyebildiğini söyleyin.

Gerçekten de öyle değil mi?
Düşünsenize inşaatçılarımızı:
-En derme çatma binaların yani insanların en fazla ölebileceği bölgelerde mi talip oluyorlar “dönüşüm”e yoksa en para getirecek bölgelerde mi?

-Diyelimki, beş katlı apartmanı yıktınız çürük diye.
Yerine yapılan onbeş katlı yenisinde; ilk beş katı eski sahiplerine, ikinci beşi o yapının maliyetine, üçüncü beşi inşaatçının ve birilerinin cebine gitmezse bu çark dönebilir mi?

-“Döner pekala” diyenler acaba beş yıkıp on beş yapmak zorunda olan inşaat çarkının yarattığı bire-üç konut artışını satacak kimse bulamadığında, konut stokları şiştiğinde yine dönebilecek midir? Dönemeyecektir, çünkü nüfus yılda yüzde bir artarken yapılan konut sayısı yüzde 5-10 artmaktadır.

-Onu da bırakın, o satışları sürdürebilmek adına kenti daha ne kadar büyütülebilecek, çarpık gelir dağılımının türedi zenginlerine satılabilecekler satıldıktan sonra geriye kalan sıradan insanlara ne kadarı satılabilecektir?

-Giderek daralan milli ekonomi, bu “ancak kazandıkça yenileyen” beş daire yıktığında on daire fazla yaratan ve o on taneyi satamadıkça ilerleyemeyecek olan "sistem"e daha ne kadar mali kaynak ayırabilecek, bu yükü nereye kadar taşıyabilecektir?

-Sırf bu kaynak sorunundan dolayı gayrımenkulde peşin satışlar tarihe karışmış, kredi kaynakları tüketilmiş, bankalar bu konuda hayli zora sokulmuş ve vadeler sekiz-on yıllara uzatılmamış mıdır?
Haydi öyle ya da böyle vadeler uzatıldı, peki sonuçta o vadelerin dolmasını bekleyecek para babaları nereden bulunacaktır?
Var mıdır bu inşaatları on yıla kadar finanse edecek makul bir kaynağımız?

-Bunun çözümü; müteahhitler eliyle rant amaçlı lüks inşaat üretimi değil, riskli bölgelerden başlayarak, kamunun da katkısıyla ve mümkün olan çabuklukla “yenileme amaçlı standart inşaatlar”ı devreye sokmak değil midir?

-“Şimdilik” inşaat furyası günü kurtarıyor anlayışı, bu durumda “Şimdilik siyaset” anlayışının da ta kendisi değil midir?
Bir gün milyonlarca insan, molozların altında ya da arasında inlerken bu günkü “politikacı”yı ve cümle efradını nasıl anacaktır sizce?

*
Bir ekonomi borçla da büyür ama ancak “kazanarak” kalkınır.
Borçla büyüyenin borcu da büyümez mi bir taraftan da?

İktisatta “büyüme” hacmin artmasıdır.
Sizin on ineğiniz varken borçlanıp on inek daha aldığınızda yirmi ineğiniz ve işe aldığınız ikinci çobanınızla "iktisaden" yüzde yüz “büyümüş” olursunuz
Doğrudur.
Ama o yirmi ineğin sütünü satıp para kazanamadığınız zaman kalkınmış sayılamazsınız.
Mevcut borçları hesaba kattığınızda sermayeniz yine 10 inektir.
Üstelik kazanamadığınız koşullarda büyümeye heves edip, bir türlü kapatamadığınız borç ve faizden de daha kötü batarsınız.

Türkiye ne yazık ki artan nüfus ve bu nüfusun geçim ve refah beklentileri dolayısıyla, borç-harç büyümesi "zorlanan" bir ülkedir.
Haydi böyle de olsa “büyüdünüz” diyelim.
-Ekonominiz üretiyor ve ürettiğini satabiliyor mu?
“Hayır, üretemiyor ve satamıyor.”
-Nerden belli ?
“TÜİK yani resmi istatistiklerimiz diyor ki, Türkiye son bir yılın rakamlarına göre dışarıdan 100 dolarlık mal alıyor ama ancak 58 dolarlık mal satabiliyor.
Mal ticaretinde son yedi ayda 39,7 milyar dolar “içerde”
Ki bu yıllardır da böyle gidiyor.

-Peki turizm falan?
“Turizm ne yazık ki göçtü, bizim Almancılar ve Arap "kaçkınlar" dışında gelen yok. Dolayısıyla o eski döviz akışı da yok.”
-Peki bu uzatılmış bayram tatilleri kurtarmıyor mu?
“Onlar derde deva değil. Ayrıca iç turizm kurtarsa kurtarsa “otelci”yi kurtarır, içerideki Ahmet’in parası Mehmet’e gider.
Yerli turizm milli ekonominin ihtiyacı olan dövizi kazandırmaz.

-Peki ne olacak bu durumda?
Ekonomide de, bakkal dükkanı işletmeciliğinde de bunun sonucu bellidir:
Gelirinden çok gideri olan önce sermayeden yer, sonra alabildiği kadar borçlanır, bir süre sonra borçlanmada da tıkanır ve sonuçta batar.

“Günlük” değil de orta ya da uzun vadeli bakarsak Türkiye ne yazık ki “koşulları” itibariyle kendine yeteri kadar üreten ve satabilen bir ülke değildir ve şimdiki düzeyinden bile hızla uzaklaşmaktadır.

-Neden “üretemeyen?”
Çünkü üretimin “sermaye, teknoloji ve pazar” gibi bazı olmazsa olmazları vardır.
Oysa bu üçünde de bizdeki durum hayli “sıkıntılıdır”, kan kaybı sürmektedir.

-Bir kere ekonomisi sürekli dış ticaret açığı verenin sermayesi erir, borçlarını döndürmekte bile zorlanır. Çünkü o açıkların bir yerden kapanması gerekmektedir. İktidarlar sermayeyi güçlendirmeyi düşünmek ne kelime, "borçları çevirme"yi bile marifet sayarlar.

-Bilimsel eğitimi olmayanın teknolojisi olmaz. Malum, Birleşmiş Milletler’in Kalkınma Programı (UNDP) raporuna göre dünyadaki irili ufaklı 200 ülke arasında eğitimde 71. Sıradayız. Önünüzde tam 70 ülke varken hangi teknolojiyle baş edebilirsiniz? Ahiret üzerine yönelen eğitimin o ahiretten başka bir yerde geçerliliği olabilir mi?

-İç pazarını bile yabancılara kaptırmış, kendi halkına satamayan; dış ilişkileri bozuk bir ekonominin yabancı pazarlarda hiç şansı olmaz. Bakın en büyük mağaza, alışveriş zincirlerine; sahiplerinin hep yabancılar olduğunun farkında mısınız?

Peki, bu “yapısal” bir durum mudur?
Yani hep böyle mi gider?
Tabii ki yukarıdaki koşulların değişmesine bağlı.
İşin kötüsü koşullar değişmezse “hep böyle bile gidemez”.
Çünkü üretemeyen ekonomi; ya bir şeylerini satarak ya sürekli borçlanarak “gidebilen” ekonomidir.
Bir gün bunların sınırına gelindiğinde büyük krizin patlaması ve artık “böyle de gidememesi” bir sürpriz sayılabilir mi?
İşte, “Günlük politika” “bu yapıyı değiştiren politika”ya dönüşmediği sürece tevekkülle geçiştirdiğimiz ikinci büyük sıkıntı, “olası” ekonomik deprem de budur.

-Çok mu büyük?
“Daha ne kadar üstü örtülmeye devam edecek ve günlük çözümlerle daha ne kadar idare edilerek büyütülebilecekse; işte, artık bunların yapılamayacağı, tıkandığı günde ulaşmış olacağı büyüklüğü kadar” dersek daha doğru bir ölçü konmuş olmaz mı?