Bilmem farkında mısınız, Danimarkalı yazar Andersen’in “Kral Çıplak” hikayesinde de öyledir ya; aslında büyüklerin yapması gereken bazı işler ya çocuklara ya da olgun yaşlarında bile olsalar “ancak çocukluk yapacak olanlara” düşüyor.

Peki neden çocuklara?

“Yetişkin” neden çıkıp söylemez bir işin aslını ve doğrusunu bazı şeyleri göze almadıkça?

Nedeni belki çok çeşitli ama herkes biliyor ki “yaparım” diyenin paçasına yapışıyor “düzen”

“Sakın yapma; çocuk musun sen!”

Ne enteresan değil mi?

Ama üzerine biraz düşününce mesele anlaşılıyor:

Özellikle “Siyasal düzen” öyle bir düzen ki; kim “Kral çıplak” yani “işin gerçeği öyle değil, böyle” dese alıyor başına işi.

Dolayısıyla neredeyse hemen herkesin gördüğü çoğu çıplak gerçekler “aslında artık çocuk olmayan” çoğu kişi tarafından biliniyor olsa bile bir türlü dile getirilemiyor, gereği yapılamıyor.

*

Meclis zabıtlarında yer alan ünlü sözü 5 Temmuz 1931’de söylemiş rahmetli İsmet Paşa:

"Eğer bir memlekette erbabı namus, laakal eşirrâ kadar sâbur olmazsa, o memleket behemahal batar.)”

Gerçi biz yeni kuşaklar bunun günümüzdeki söylenişini "Bir ülkede namuslu insanlar, en az namussuzlar kadar cesur olmazsa, o ülke mutlaka batar" diye öğrendik ve oralara buralara yazarak birbirimizi gayrete getirmeye çalıştık ama; sözcüklere biraz dikkat edilirse, orada Paşa’nın “Cesur olmazsa” değil, “sabur” yani sabırlı olmazsa” dediği apaçık.

Haydi şimdi düşünelim bakalım:

Paşa’ya göre namuslu insanlar en azından (laakal) eşirrâ (şer sahipleri) kadar sabırlı mı olmalı, yoksa en azından onlar kadar cesur mu?

*

Bu günlerin Türkiye’sinde ortalık adeta yangın yerine dönmüşken, siyasette birilerinin olanlara hala sessiz kalıp büyük bir sabır göstermesi, acaba Paşa’nın zaman içerisinde anlamı değiştirilen bu sözünün” aslına sadakat” duygusundan mıdır bilemiyorum.

Sözün (lafzın) aslına sadakattense tamam…

Ama eğer öyleyse ortada bu sefer de söylenişindeki gayenin anlaşılamamış olması gibi bir yanlış anlama var demektir:

Çünkü o konuşmanın tamamı okunduğunda, aslında Paşa’nın kötülere karşı sabırlı olmayı önerirken o tarihte iktidarda olan kendi partililerine yine o zamanki basını kastederek “size şirretçe muhalefet edenlere (eşirrâ ) karşı sabırlı olun, eleştirilerine sert karşılık verir, yaptırımlar uygulamaya kalkarsanız bu memleket mutlaka batar” demek istediği anlaşılıyor.

Yani kendi tek parti iktidarına dönüp, muhalefet edenleri kastederek “o kadar kötü olsalar bile siz bunlara karşı hemen tepkili olmayın, yaptırımlar uygulamaya kalkmayın, hatta eleştirilerinden istifade edin” diyor.

Nitekim konuşmasının devamı aynen şöyle:

“Halk idaresi, hepimizin idaresi, millet idaresi diyoruz. Bu iddiada bulunan herkesin, millete taalluk eden meselelerde hissesi ve mesuliyeti olmak lazımdır. Eğer bir hükümet bütün meseleleri halledecekse, onun kurunu vusta (Orta Çağ) padişahından ne farkı vardır?

Benim görüşüm; matbuatın haklı veya haksız tarizleriyle, tenkitleri geçen zamandan istifade edilmiştir. Endişe veren yerlerini tebarüz ettirdiğimiz gibi istifâdeli olan yerleri de tasdik etmeliyiz.”

Özetle, bir iktidarın muhalif eleştirilere karşı sabırlı olmasını, hatta ondan istifade edilmesini öneriyor; yoksa muhalefete sabır falan tavsiye etmiyor.

*

Şimdi nereden nereye tabii.

İyi de gelelim bugüne ve muhalefet cephesine…

Ülke bu kadar yanlışlar içerisinde debelenirken sadece doğruları söyleyip “Hele durun bakalım nasıl olsa layıklarını bulacaklar” sabrı mı göstermeli; yoksa yine de o yanlışların içerisinde olanlar kadar cesaretle karşı mı çıkmalılar?

Çıkılmıyor…

Ne yazık ki her şeye rağmen siyasette “Çocuk musun!” anlayışı sürüp gidiyor. Bu edilgenlik de tabii ki siyaset tahterevallisinde atılan o her kötü, her kural dışı adımla birlikte bu adımı atanların ağırlığını biraz daha arttırıyor.

Şöyle geriye dönüp bir bakılsa, siyaset binasının bu günkü çarpıklığı, o binanın duvarları geçmişte tuğla tuğla örülürken, daha ilk tuğlalar dizilirken cesaretle karşı çıkılmamasından kaynaklanmadı mı? Şimdi karşımıza dikilen o heyula siyasi yapı geçmişte verilen küçük küçük tavizlerin birikimi, zaman içerisinde vardırıldığı nokta değil mi?

*

Siyaset ne yazık ki bizim gibi ülkelerde bu işe soyunanların kamuya, halka cânıgönülden hizmeti değil de bu işin “erbabının” mesleği haline gelmiş.

Dolayısıyla, arkasında çok başka nedenleri de olan bu çarpıklıkta doğruyu söyleyip geçmek değilse bile “doğruyu yapmak” çoğu zaman mesele oluyor ve siyasetçinin adeta “Doğruyu yaparsam siyasi yaşamım biter, siyasetteki kazanımlarım sıfırlanır” gibi bir “mesleki tercihe” takılıp kalıyor.

Öyle ya, siyaset düzeni çarpıksa, siyasetin bu çarpık düzeninde ayakta kalabilmenin hatta çıtayı biraz daha yükseltebilmenin tek yolu da sırasında lafla haktan yana olup yine de bu çarpıklığın dengesine özen göstermek! O çarpık yapı koşullarında uyumu yakalamak!.

Özetle:

“Böyle de olur mu hiç?” falan diyorsunuz siyasetçiye;

Dışa vurmasa da içinden “Ben çocuk muyum” diyor.

Oyun(!)un kuralı buysa bundan ne kadar ümitli olabiliriz ki?

Galiba çözüm Andersen’in “Kral Çıplak” hikayesindeki gibi yine çocuklarda ve çocukluklarda. Tabii bir de ileri yaşlarına karşın hala beklentilerine değil de sadece içindeki çocuğun sesini duyanlarda, dinleyenlerde.

Büyük kurtarıcı boşuna “Ey çocuk, ey Türk gençliği…” dememiş olmalı.