Memlekette artık her şey bizim parayla ödenecek… İyi, güzel… Ama birileri birileriyle “ödeşirken”, hesaplar doların o günkü kuruna göre çıkarılıp “tediye” bizim paradan yapılıyor olacaksa, eskilerin; “Ayvaz kasap hep bir hesap” dediklerine dönmeyecek mi iş yine?
Gelelim yaşamın pratiğine. Talimat kesin; mahallenin berberi, kasabı bile “aynen böyle yapalım” demiş ama… Örneğin; Adam siyahi topçu, derdini anlatmaya yetecek kadar öğrendiği Türkçesiyle cebelleşiyor kulüp başkanıyla: “Var ben oynamak sizde fudbol, ama istemek bir milyon dolar, yoksa var çok takim orada Avropa” dediğinde ne diyeceksiniz? Ne yapsın adam bizim paralarla Afrika’ya döndüğünde ki? Yok haci, “burası Türkiye” mi diyeceğiz?
Osmanlı’da çözüm çok, tamam sana dolar molar ödemeyeceğiz. Mesela o gün dolar kaç paradan? “Valla günü gelince bir milyon dolar kaç paraysa biz sana buradan o kadar Türkiş lira veririz, sen de gider artık bankadan mı olur, dövizciden mi bilemeyiz, bizim lirayı verir, piyasadan dolarını alır cebine koyar götürürsün gittiğin yere yine de… Var mı itirazın?”
Baktım, Çin ile olan ticaretimiz yıllık 27milyar dolarmış. Bu rakamın onda dokuzu olan 24,6 milyarı bizim onlardan alışlarımız, onda biri yani 2,4 milyar doları da bizim onlara satışlarımız. Hani bizde çarşı pazar hep Çin sarmısağı dolu ya, diyelim ki sarımsak alacağız yine Çin’den… Git sor bakalım Çang-çung’a “How much Turkish lira şu senin sarmısak?” diye Acaba ne diyecek? “-…..?”
Çok pratik olup durumu kavrarsa belki de alır hesap makinesini, o günkü kurdan hesaplar sana kendi paranla kaça geleceğini, söyler “şu kadar liraya gelir” ama parayı dolar olarak isterim diyerek. Öyle ya, adamlarla ticaretimiz 27 milyar dolar, düş bizim onlardan alacağımız 2,4 milyarı, ne kaldı arada? (27-2,4=)24,6 milyar dolar. Her halde bu alacağını senin kendi paranla ödemeni istemeyecek Çinli. Hatta boşuna mı canlandırmaya çalışıyor o “ipek yolu”nu? Gitsin 2,4 milyar dolar, gelsin 24,6 milyar dolar.
Demek ki içeride ne söylersek söyleyelim, Kastamonu Taşköprü sarmısağı dururken sen gidip Çinlinin sarmısağını tercih ediyorsak; içeride ne anlatırsak anlatalım, semt pazarında etiketi kaç tük lirası olursa olsun, ekonomi biliminin kanunu çıkar karşına; Sen neyle ödersen öde, o sarmısağı dolarla yiyeceksin. *
Türkiye’nin son bir yıllık dış ticaret açığı (kasımdan kasıma) 56,4 milyar dolar. Dışarıya 141,6 milyar dolarlık mal satıyor, dışarıdan 198 milyar dolarlık mal alıyoruz. Haydi, satıştan kazandığımız 141,6 milyar dolar dövizi olduğu gibi alımlarında kullandık…
Yetti mi? Yetmedi, Adamlar “bu yıl bir 56,4 milyar dolar daha rica edelim sizden” dediğinde ne yapacaksın? Ya bulup buluşturup bir yerlerden 56 milyar “dolar” daha borçlanacak, ya özelleştirmedir- güzelleştirmedir deyip bir şeyleri o kadar milyar dolara elden çıkarmak zorunda kalacaksınız değil mi? Var mı başka çaresi?
Bu durumda, bu hesabı bizim parayla yapmamız da, ödememiz de mümkün değil. Başka?
“Elde para olunca her hükümet yapar, mesele para olmadan, hazineden beş kuruş bile çıkmadan da eserler yaratmak” deyip birilerine vermişsiniz yolu, köprüyü “gel yap, kaç dolar kazanmak istiyorsan ona göre fiyat koyalım işlettiğin yoluna, köprüne” demişsiniz bilmem kaç yıllığına… Adam da sözleşmesine dayanarak hesaplıyor alacağı doların TL karşılığını, koyuyor tarifeyi girişteki turnikeye; İster bastır parayı hemen geç, istersen şöyle bir dolan da gel biraz düşün başka ne yapabilirim diye.
Sonunda bu memlekette ya işe, ya köyüne, kasabana bir yerden bir yere gideceksin mecburen değil mi? Ha çıkarıp yeşil yeşil dolar vermişsin geçerken peşinen, ha onun piyasadaki karşılığı kadar yerli parayı ödemişsin; ne fark eder? Sen kendi memleketinde, üstelik kendi elinle tek tek seçip Türk lirası ödemişken, “aslında” karşıdan karşıya şu kadar sene daha dolarla geçiyor olmuyor musun şimdi? Bak bunun bir yolu vardı; köprüyü kendi paranla ve içeriden birilerine yaptırırdın, O zaman ne ala… * Toparlayalım: Hikâyesi uzun ama çok kısadan anlatalım: Fi tarihinde, yani her ülke kendi ekonomisini kendi parasıyla idare ederken; gelişen küresel ticaret dolayısıyla, genel kabul gören, yani herkesin kabul edebileceği bir para birimine ihtiyaç duyuluyor. Dünyada miktarı sınırlı ve kolay kolay arttırılamayan, hile hurda kaldırmayan bir madde olduğu için o zamanlarda da en fazla güven de “altın”a.
Birinci dünya savaşına kadar iyi kötü böyle. Altın iyi, güzel, sağlam ve değeri tartışmasız ama pratik değil. “Kaime”ya da bizim köylümüzün deyimiyle “kayme” usulü gelişiyor bu arada ama bunun da alt tarafı kağıt değil mi? Sorun yine ortada kalıyor.
Nihayet 45 ülke 1945 yılında Amerika’da ”Bretton Woods” denen kasabada toplanıp karar veriyorlar: Altın yerine geçen kağıttan paralar basalım ama artık basılan her kağıt para, onu basana verildiğinde karşılığı olan altın geri alınabilsin.
O sıralar en fazla altın da Amerika’da. Amerika; tamamdır, bastığım doların karşılığında her zaman altın verebilirim isteyene diyor ve altın varlığının çokluğu dolayısıyla piyasaya hakim oluyor. 35 dolara karşı bir ons ( 31,1 kigram) altın.… Pek çok ülke de “nasıl olsa adamların doları altına bağlı, ben de kendi paramın değerini şu dolara bağlayayım, böylece benimki de dolaylı yoldan altına bağlı ve değeri belli olsun” diyor.
Bu durumda siz Amerika dahi olsanız ne kadar dolar basabilirsiniz? Ancak “Eldeki altın kadar” değil mi? Gelişen ticarete bu çözüm de yetmeyince; Amerika, “madem siz paranızı benim bastığım dolara bağladınız, bizim para altının da önüne geçti, dolarım dolar, bırakın şu altın karşılığını aramayı” diyor ve kendi parasının dünyadaki değerini koruyacak(!) şekilde istediği kadar dolar basmaya başlıyor. Kendi malını satabilmek, ekonomisini canlandırmak için de bol bol dolar kredisi veriyor. “Alın doları, gelin benden mal ithal edin” Bu işin birazı da “oldu bitti” tabii. Her iş dolara bağlanmışsa, para adamlardaysa dünyada kime ne anlatabileceksin ki?
Böylece, hem “dolar” bir dünya parası haline geliyor, hem de Amerika şu ya da bu nedenle kendi para değerinde ufak bir oynama bile yapsa, bu hareket, dalga dalga tüm ülke paralarının değerlerini ve ekonomilerini etkiliyor. Yani kimi batıyor kimi çıkıyor. Durum böyle olunca, kendi parası dolar kadar kabul görmeyen bizim gibi ülkelerin paraları hem Amerika’nın politikalarından hem kendi ekonomisi ve politikalarından dolayı, sürekli değeri düşer ve içeride-dışarıda pek kabul görmez hale geliyor.
Ondan sonra da tabii ki bu günkü durum: -Ey Çang-çung, sende sarmısak kaç para? “-Şu kadar dolar” -Köprüden kaça geçirirsin? “-Araba başı şu kadar dolar” -Ben geçerken Türk Lirası veririm ama! “-Fark etmez, sen Tahtakale’de dolar kaç paraya alınıyorsa bana ona göre öde, ben gider oradan alırım. Aynı hesaba gelir nasıl olsa.” Peki biz şimdi ne anladık bu işten?
* İyi mi? Kötü tabii. Öyle de yapsan böyle de yapsan sonunda “dışarı” ve “dışarlıklılar” ile ilişkilerin elin doları ile olacaksa, “Niye bu dolar bizim parayla bu kadar ediyor? Fiyatlar neden her geçen gün artıyor, durdurun şunu” demeyecek, kabahati kimsede aramayacaksın. Çözüm mü?
-Birincisi, ekonomin kendine yeterli olacak, tel maşa şemsiyeyi, sarmısağı, oyuncağı döviz ödeyip Çin’den almak yerine kendin üreteceksin –daha doğrusu üretilmesinin önünü açacaksın- ki bunları satın almak için dünya parasına ihtiyacın olmasın. Üstelik kendi sanayicini, çiftçini, esnafını, ameleni kollayabilesin.
-İkincisi, Üretimin öyle artacak ki; ihracatı teşvik edeceğim diye “ben yemedim sen ye” demeden, kendi halkının yiyip içtiğine yettikten sonra “fazlasını” dışarıya satıp petroldü, gazdı, makineydi… bunlar gibi zorunlu ithalatına yetecek ve her lazım geldiğinde tahtakaleyi coşturmayacak kadar dövize sahip olasın.
Ha bir de” mesele para yokken bile bu işleri yapabilmek” diye dışarıdan birilerine “gel yap işlet, kaç dolarsa ödeyelim” projelerine çok gerekmedikçe girmeyeceksin. Çünkü işin başında buraya gelen döviz, “hurmalar-tırmalar” misali, sonrasında bu memleketten katlanarak çıkacak ve çıkışını yıllarca hiç kimse durduramayacaktır.
Bu söylediklerimi olur mu? Olur tabii. Hem de çok güzel olur. Hatta başarılabilirse, şimdi utana sıkıla yastık altından döviz çıkaran o sade vatandaş, bir anlamı kalmayınca o yabancı paraları sadece para koleksiyonlarında görmeye başlar. Memleket de her anlamda yavaş yavaş kendine gelir.