Hadi biraz “siyasal fantezi” yapalım.
Baskın seçimi bilirsiniz…
Hani seçimlerin aniden yapılarak muhalefetin hazırlıksız yakalanması olayı.

Siyasette bu “baskın seçim” lerden çokça söz edilir. 
Ama gelin biz bu sefer işi tersinden düşünüp baskın seçimi değil de bir “baskın iktidar” manzarasını konuşalım.
Yanlış anlaşılmasın; baskın derken “baskıcı” iktidarı kastetmiyoruz; size açtığımız konu o değil.
Söylediğimiz, muhalefetin hiç ummadığı anda –adeta bir baskına uğramış gibi - kendini birden bire iktidarda bulması hali bu.

Olur mu?
Olur, olur… 
Burası, hamurunda Orta-doğululuk, oryantallik olan bir yer, burası Türkiye…
-Hemen her gün yeni bir siyasi sürprizin yaşandığı,
-“Daha düne kadar kimin aklına gelirdi” denen olayların sıradanlaştığı,
-“Bu kadarını tahmin etmiyorduk” diye ölçüsüzlükler karşısında hayretler içinde kalabildiğimiz:
“Hemen her yerden daha değişik bir ülke, adeta değişik bir zamanın ülkesi”

Belki yine de “olur mu hiç” diyeceksiniz ama en baştan “fantezi yapalım” dedik ya; “tutun ki olabilir” ve ” hiç hesapta yokken” muhalefetimiz “baskın bir biçimde” iktidara gelebilir. 
*
Yaşı tutanlar hatırlasın, tutmayanlar soruştursunlar şu Turgut Özal ve ekibinin 1983 seçimlerinde iktidara nasıl geldiğini örneğin…

O yıllarda, ünlü 1980 darbesiyle Kenan Evren ve ekibi siyasete bir süre ara vermiş ve ilk genel seçim 1983 Kasımında yapılacak demişti.
Nihayet günü geldi, siyaset yeniden başlatıldı.
Asker destekli kurulan “Milliyetçi Demokrasi Partisi” seçimin favorisiydi.
Turgut Özal’ın kurduğu ANAP o sıralar kimsenin hiç şans tanımadığı küçük ve sadece birkaç aylık bir partiydi.
Askerlerin siyaset yasağı koyduğu Süleyman Demirel“ "Tapulu arazime gecekondu yaptırtmam" diyerek diğerlerine karşı çıkıyor ve alttan alta, içinde kendi ekibinin yer aldığı Büyük Türkiye Partisi’ni destekliyordu, Siyaset meydanına yeni çıkan ANAP’lılar Demirel'e göre ancak "belediye fen heyeti" idi”. Onlarla resmen dalga geçiyordu.

Askerler o tarihte,1983’ün 31 Mayısında, kendilerine yakın olan “Milliyetçi Demokrasi Partisi”nin iktidar şansını daha da yükseltmek için Demirel’ci “Büyük Türkiye Partisi”nin önünü kestiler ve “bunlar eski bir partinin devamıdır” suçlamasıyla seçime girmesini yasakladılar.

Geriye üç parti “bırakılmıştı”: asker desteğindeki MDP, sosyal demokratların Halkçı Partisi ve o ANAP.
Ancak seçime sadece iki gün kala, hiç akla gelmeyen bir şey oldu:
Askerler “kolladıkları” Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi’ne biraz daha gaz vermek isteyip televizyonda Özal’ı kötüleyince, halkın tercihi -nasıl olduysa- o saatte ANAP’a döndü ve “milli irade”, “iktidar”ı yüzde 53 ile Turgut Özal’a teslim etti.

ANAP hiç hesapta yokken, hatta kurucuları bile bunu beklemezken bir anda tek başına iktidar olmuştu.
*
Bu bir “baskın iktidar” mıydı? 
“Kim sağlamıştı?”
Herkes istediği yorumu yapsın. 
Ama dedik ya; burası Türkiye, olur böyle şeyler.

Evet... 
“ANAP hiç hesaplarda yokken, bir anda iktidar olmuştu ve kendileri de böyle bir sonucu hayal etmiyorlardı dedik.
Ama bazı özel nedenlerden dolayı, o “baskın iktidar’da” pek de sıkıntıya düşmediler. 
Çünkü liderleri Turgut Bey “Devlet Planlama Teşkilatı”nın eski müsteşarıydı, askeri yönetim sırasında da "Ekonomik İşlerle İlgili Başbakan Yardımcısı"ydı. 
Yani ekonominin makro dengelerine hakimdi.
Bütün bunların yanı sıra,o günlerde Dünya’da Reagan'lı, Thatcher'li “monetarizm” yani “parasalcılık” akımı hızla yayılırken Turgut Bey Türkiye’de bu akımın temsilcisi gibiydi, 
Ekonomiye parasalcı ince ayarları getiren 24 Ocak Kararlarını o kaleme almış ve o uygulamıştı.
Dolayısıyla hem ne yapılması gerektiğini biliyordu, hem önünde hazır bir reçete vardı, hem liberal rüzgar arkadan esiyor, hem koşullar öyle birinin siyaset yelkenlerini şişiriyordu.

O günler geldi, geçti gitti…
Tarih tekerrür eder mi? 
Bilemeyiz, hatta etmesin de tabii, ama her halükarda “siyasette böyle umulmadık şeyler olabiliyor” birileri hiç hesaplarında yokken iktidar sorumluluğu altına girebiliyorlar ya da o sorumluluğun altında kalabiliyorlar. Bu da işte öyle bir örnektir diyebiliriz.
*
Peki… 
Siyasetlerine karşıyız ama, ya o “baskın iktidar”da rol alan kadrolar bir “fen heyeti”nden yani iyi kötü bu ülkenin teknisyenlerinden oluşmasaydı, liderleri Planlama Teşkilatından ve Ekonomi ile İlgili Başbakan Yardımcılığı’ndan gelmeseydi, ya o günkü Dünya bu günkü gibi bir krizde olup o parasalcı politikaların yanında değil de, karşısında olsaydı; 
Acaba bu “baskın iktidar”ın sorumluluğu kolay taşınabilir, hazırlıksız bir partiyle bu işlerin altından kalkılabilir miydi?

Sanmıyorum.
Kolay kolay kalkılamazdı. 
Ve kalkılamamasının doğurduğu tepkiler o ekibi bir daha geri gelmemek üzere siyaset tarihinin karanlık dehlizlerine yuvarlardı mutlaka.

Bu günden örnekleri göz önüne alıp o olayı bir daha incelesenize şimdi…

Bakıyorsunuz heyetiniz o “fen heyeti” değil de sadece “siyaset heyeti” Yani ekiptekilerin öne çıkan nitelikleri “siyasetçilik”leri.
Ama buna karşılık size bir anda, altın tepside sunulan o “iktidar”ın “yüklediği” sorumluluklar ağır mı ağır…

Nasıl mı?
Düşünsenize; 
-Ekonominiz üretimden uzaklaşmış, beklentiler düşmüş, ayakta kalabilmeniz bir yerlerden sürekli borç alabilmenize bağlı.

-İşsizlik almış yürümüş, ihracat durmuş, iç piyasa ithalata gark olmuş, dış pazarlar kapanmış, turizm devletten medet bekliyor.

-Hukuk “hak getire”, bürokrasi silme size karşı olan cepheden oluşturulmuş,

-Bir öncekiler, sırf ekonomi çarkı durmasın, çöküntüye girmeyelim, bu arada bizim ekip büyük paralar kazansın diye inşaat sektörüne devasa işler vermiş; kimileri dünyanın en büyük hava alanını ihalesini yürütüyor, kimileri Marmara’dan vurmuş Karadenize çıkacak ikinci bir “boğaz” açmaya dağları delmeye çalışıyor, bir yanda Dünyanın en yüksek kuleli, en uzun raylı sistemli üçüncü boğaz köprüsü yapılıyor, bir tarafta “ben insanları boğazın altından velospitle (bisikletin orijinal adı) geçireceğim diyen” bir başkanın başlattığı “proce” var...

İktidarı aldığınızda, gelir gelmez bu “çılgın”lıkları durdurur da kendinize “zaten bunlar her şeye karşı” mı dedirtirsiniz; yoksa yurttaşın gırtlağından kesip, “karşıyız ama durdurursak yazık olur” diye olmayan paralarınızı yine de bu işlere sarf etmeye, anlamsız ya da zamansız olan o işleri tamamlamaya devam mı etmek istersiniz?

-Sınırlarınızda her gün kan gövdeyi götürürken, hatta işler sınırı da aşmış taa içerilere kadar işlemişken mevcut “asayiş” uygulamalarına “aynen devam” mı dersiniz, yok böyle olmaz diye tornistan mı edersiniz?

-Her biri almış yürümüş, olur olmaz yerlere “dikilmiş” türlü şekilli gökdelenlere ve süregelen bu "kent katili" projelere karşıyız demişken, hatta çoğunun yıkılması için sayısız davalar açmışken “şimdi bizim dediğimiz olur” deyip bunları yıkar mısınız, yazık olmasın deyip o karşı çıktıklarınızın tamamlanmasını, davaların geri çekilmesini mi istersiniz?
…..
Düşünsek daha neler neler… 
Fantezi yapalım dedik ya, o zaman içinizi daha fazla karartmayalım.
Zaten görünen o ki; kolay kolay ne böyle bir “baskın iktidar” olur, ne de bu sıkıntılarla(!) karşılaşırız.
*
Adam Smith, Jean Baptiste Say, David Ricardo ve John Stuart Mill gibi klasik iktisatçıların o ünlü tezi “piyasa uzun dönemlerde ekonomide her şeyi dengeye getirir” (yani merak etmeyin kapitalizmde her şey zaman içinde kendiliğinden yoluna girer) sözü üzerine; neo klasik iktisatçı J.M.Keynes; 
“Bu söz doğrudur, uzun dönemde her şey dengeye gelir, o konuya itirazım yok, ama o zamana kadar biz ölmüş oluruz” demişmiş.

Peki ya siz ne dersiniz?
Böyle bir fantezi gerçekleşse bu işin üstesinden gelebilir miyiz?
Yoksa, bu bir fantezidir; zaten yakın zamanda iktidar falan olunmaz, bu işler biraz uzar, üstelik "liberal siyasette" de zamanla her şey dengeye gelir, o arada sorunlar kendiliğinden düzelir mi dersiniz o klasik iktisatçılar gibi?

Siz düşünürken biz bu soruyu Keynes’vari bir karşı soruyla karşılayalım:
-Demokrasilerde uzun dönemde her şey kendiliğinden dengeye gelir, çözülür ve sonunda halkın istediği de olur. Burası tamam da; İşler ancak bu şekilde düzelecekse o arada yani onlar kendiliğinden olana kadar biz ölmüş olmaz mıyız?