Demokrasinin nasıl tanımlandığını taa eski yunandan bu yana herkes iyi kötü bilir değil mi?
“Demos kratos”
Yani halkın idaresi.
Yanlış anlaşılmasın; birilerinin “Halkı idare etmesi” falan değil, bizzat halkın işin içinde olması hali.
Yani halktan herkesin seçme ve seçilme hakkı.
Bizim şimdiki Anayasamızda da zaten aynı şeyler yazmıyor mu?
“Madde 67:
Vatandaşlar, kanunda gösterilen şartlara uygun olarak, seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma … hakkına sahiptir. … Bu hakların kullanılması kanunla düzenlenir.”
Ne güzel yazılmış değil mi?
Demokrasinin o binlerce yıllık tanımını da pek bozmadan...
Hatta anayasaların genelde “olması gerekeni hedefi gösteren, vadeden ve biraz genel, biraz soyut” özelliğinden sıyrılıp bu konunun daha somut hale getirilmesi için “bu hakların” bir de kanunla düzenlenmesine hükmedilmiş.
Tabii bu anayasa maddesini okuyup, “bak kanunla düzenlenirmiş, o zaman da biz kanunda ne yazarsak o kadardır” şeklinde anlayıp bu hükmü iktidar çoğunluğunun şekillendirdiği bir çerçevenin içine hapsedemezsiniz.
*
Gel gelelim…
Bırakalım bu düzenlemenin günlük yaşamımızda “Anayasal”dan “yasal” düzeye indirilmesini; uygulamaya bakarsanız o binlerce yıllık siyaset deneyiminin imbiğinden damıtılarak bugüne gelmiş seçme ve seçilme haklarımızın çerçevesi daha da daraltılarak en sonunda “partilerin kendi ölçülerine” kadar indiriliyor.
Ama siz şimdi; “aslında o parti uygulamalarının üzerinde yasaların, yasa hükümlerinin üzerinde de Anayasanın gayet net hükmü var, ben buna bakarım” diyeceksiniz değil mi?
“Cık”
Bakmasına bakarsınız da karşınızdakiler size öyle bakmazlar.
Çünkü “kişisel olarak” en sondan yani karşı karşıya bırakıldığınız “uygulamadan” başlayıp taa anayasaya kadar kademe kademe “hayır bunun öyle değil böyle olması lazım” demeye kalksanız, “nefesiniz” yetmez.
Dolayısıyla o düzene itirazınız pek sonuç vermez.
Anayasanın o hükmünün aynen “yazıldığı” ve “doğru okunduğunda” anlaşıldığı gibi geçerlilik kazanabilmesi için karşınızda o kadar büyük güçlükler vardır ve o güçlükler -ya da- karşılaştığınız uygulama, duruma hakim olanların o kadar işine geliyordur ki, bireysel olarak kolay kolay başa çıkamazsınız.
Çünkü o siyasetin “dinamikleri” çok farklı çalışır ve ne olursanız olun, size ufacık bir başarı şansı bile vermez.
Nasıl mı?
1.Siyaset, sanıldığı gibi ülkedeki şu kadar milyon halkın değil, gerçekte o halkın arasından belirli bir harcama imkanına sahip sınırlı sayıda yurttaşın kullanabileceği bir “hak”tır.
En basitinden başlayalım:
Seçme hakkınızı mı kullanıyorsunuz?
“Önünüze konacak olanın” bile partiler arası ya da parti içi dengelere bağlı olarak çıkarıldığını düşünürseniz, sizin o sandıkta ne kadar seçeneğiniz olabilir ki?
“Partim seçtiyse ben de seçmiş sayılırım” dediğinizde bu seçim acaba ne ölçüde sizin kendi seçiminizdir?
Diyelim ki bu yolla önünüze çıkarılanlar aslında sizin de gönlünüzden geçenlerdi.
O parti mi bu parti mi dediğinizde “parayı bastıranın” sesini duyurduğu, ne kadar para o kadar propaganda, o kadar da oy” düzeninde siz imkan bulup size ulaşamayanları sandıkta nasıl bilip de kendi doğrularınıza göre bir tercih yapabilirsiniz ki?
Kazanma şansının propaganda imkanlarına, propaganda imkanlarının para gücüne bağlı olduğu bir siyaset arenasında belirli bir harcama vaad edemiyorsanız, kazanmaya odaklı aday belirleyen partinizin bile -ağzınızla kuş tutuyor olduğunuzda dahi- sizi öne çıkarma şansı olabilir mi?
Olamaz…
Dolayısıyla propaganda kampanyasında sizden beklenen harcamayı göze alamadığınız zaman; örneğin siz nüfusumuzun, yüzde 69,2'sinin konut alımı ve konut masrafları dışında taksit ödemeleri veya borçları olan, yüzde 60,8'i evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayamayanlardan biri iseniz, anayasalar da, yasalar da ne derse desin, hatta partiniz size de “hodri meydan” bile dese asla seçilme “hakkınız” yoktur.
Çünkü o “Hodri meydan” bu düzende biraz “Hodri cüzdan” anlamı taşımaktadır.
Haydi daha fazlasını aramayalım ama, bu tabloda bile kabaca halkın yüzde 70’inin “seçilme” yani siyasete seçilerek katılma hakkı bulunmamaktadır.
2.Seçilme hakkının harcama gücü dışındaki ikinci eşiği, siyasetin alttan alta işleyen dinamikleridir.
Birinci eşiği aşmışsanız ve dar bir bölgede iseniz belki tek başına yola çıkıp bağımsız adaylığı deneyebilirsiniz.
Deneyenlerin şansı da “gösterdikleri cesaretleri kadar bol olsun” diyelim
Ama seçilme hakkınızı bir siyasi parti üzerinden kullanacaksanız, bulunmaz hint kumaşı da olsanız, seçmenin nezdinde çok ciddi taraftarlarınız da olsa; sizin seçmenin tercihine sunulup seçilme hakkını kullanabilmeniz, tümüyle o partinin kendi iç dinamiklerine bağlıdır.
Çünkü, bir yerlerde çok açıkça yazılı olmasa da, partilerin hiyerarşileri yani tepeden tırnağa iç yapılanmaları ne yazık ki tabandaki üyeden yukarı doğru değil, yukarıdan yani iş başındakilerden aşağıya doğru “düzenlenir”.
Bu hiyerarşide, her kademe, belirli bir ideolojik tercih ve heyecanı olmadıkça kendini seçecek olanları seçerek ya da atayarak parti içi iktidarını sağlama almak ister.
Ve doğal olarak, seçilme hakkını kullanmak isteyenler, bu haklarını ancak kendi partilerindeki üst yönetimler bunu istediği, kendi dengelerine “uygun” buldukları zaman kullanabilirler.
Bu durumda, o anayasadaki “seçilme hakkı” da ancak ve ancak, parti içi dinamiklerin kendisine bu konuda verdiği imkan kadardır.
*
Parti içi dinamikler çok çeşitli.
Görünmez ve gösterilmek, dile getirilmek istenmez ama her zaman bir saatin dişlileri gibi kendi içlerinde birbirlerine uyumlu, tıkır tıkır çalışırlar.
Birbirlerini engellemeden, kasmadan, pek fazla ses de çıkarmadan.
Sokaktaki yurttaş, hele hele “ben siyasetten anlamam” diye bu işlerdeki sebep-sonuç ilişkisine dikkat etmeyip sadece sonuçla ilgilenenler, partisini adeta takım tutar gibi tutanlar; memlekette işlerin neden bu kadar kötü gittiğini, insanların neden iyileri seçemediğini, partilerinin neden arkasına büyük kitleleri katıp iktidara yürüyemediğini düşünenler hep hayıflanırlar, birilerinin neden bu işi götüremediğini anlayamadıklarını söylerler ya;
Bu işin asıl nedeni o alttan alta çalışan, doğruyu, olması gerekeni değil, hesaplara uyanı öne çıkaran dinamiklerdir.
Yola çıkıp başaramayanlar da, onlara “bak başaramadı, kazanamadı” diyenler de önce bu derinden derine çalışan dinamiklere baksınlar.
Tabii önce parti içi dinamiklerine, sonra siyasetin en sıradan düzenlemelerinden en üst düzenlemelerine kadar hepsine.
Kazanması gerektiği halde kazanamayanların, olması gerektiği halde olamayanların “başarısızlık” hikayesi, ayrıntılarda küçük küçük farklılıkları olsa taa buralardan başlar, hep aynı şekilde biter.